menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ülkemizde duruşmalar ve vicdani kanı (IV)

23 3
29.06.2024

Diğer

29 Haziran 2024

Bilim yapıtlarında "kanıtlarla doğrudan iletişim kurma (doğrudanlık, aracısızlık) ilkesi" diye incelenen ve ders kitaplarında da böyle okutulan duruşmanın olmazsa olmaz ilkesi gereğince Adalet Tanrıçasının gözü açık olmak zorundadır. Nitekim "fail suç hukuku"nu gündeme getiren, Almanya'nın kara tarihini yazan Hitler Almanya'sı bile, Tanrıçanın gözlerini kapatmamıştır. Sözgelimi, Hamburg Ceza Mahkemeleri binasındaki yontuda bile, Tanrıçanın gözleri açıktır.

İşte bütün bu nedenlerle bilimsel yapıtlarda sık sık değinildiği üzere, kör ya da sağır bir yargıç, incelemesini dosya üzerinde yapacağı için Yargıtay üyesi olabilir, ancak asla duruşma yargıcı olamaz. Bu yüzden "kanıtlarla doğrudan iletişim kurma ilkesi," yüzyıllarca süren deneyimlerle insan dehasının bulduğu yargılama hukuku sürecinde duruşma aşamasının vazgeçilemez sütunlarından biridir. Dahası, yargı yanılgılarını önleyecek olan mucize ilke de, aslında budur. Zira kanıtlarla doğrudan iletişim kurma ilkesini gerçekleştiremeyen bir yargılamada, bu sütun yıkıldığı için, yargısal yanılgı (adli hata) olasılığı çok, ama çok yüksektir.

Kısaca nasıl insan vücudunda kemik iliği, ak ve kırmızı kan hücrelerini üretir, bunları dolaşıma sokarsa; ilik yokluğu kemik yitimine yol açar, enfeksiyon riskini nasıl arttırırsa; nasıl "Yanlış bir fırça darbesi / Bütün bir resmi mahvedebilir"se (Cemal Süreya), taraflar ve kanıtlarla doğrudan ilişkiyi, iletişimi sağlayamayan bir duruşma da kaçınılmaz olarak yargısal yanılgı (adli hata) tehlikesini artırır, hatta buna yol açar. Açacaktır da. Sözgelimi, duruşma sırasında olayın gerçekleştiğini söyleyen görgü tanığı ile gerçekleşmediğini söyleyen görgü tanığı karşısında kalan bir mahkeme, elbette ilkin bu tanıkları yüzleştirerek çelişkiyi gidermeye çalışacaktır, çalışmalıdır da. Mahkemenin elinde bunların dışında değerlendirebileceği bir kanıt yoksa ve çelişkiyi gideremiyorsa yapacağı tek şey, yaşadığı gözlemlerine dayanarak araya aracı girmeksizin yüz yüze dinlediği tanıklardan hangisinin daha inandırıcı olduğunu belirlemek ve bunu gerekçesinde yansıtarak karar vermekten ibarettir. Bunun tam tersine, kimi zaman uygulamada yaşandığı gibi, "tanıklardan A, muhtardır, dolaysıyla yansızdır, ona göre karar verdim" gibilerden, eski deyişle kendinden menkul sözde saçma gerekçeler üreterek hüküm kurulması ya da böyle bir gerekçeyle bir mahkeme kararının bozulması olanaksızdır ve de çok gülünçtür. Zira "bütün muhtarlar yansızdır, doğru söylerler, dürüst tanıklık yaparlar" diye bir kural, ne mantıkta vardır ne de hukukta.

Olamaz da.

Bir zamanlar Walter Benjamin "Hukuk, kurucu şiddet"tir, demişti. Gerçekten her karar, aslında hukuk adına oluşturulan bir şiddettir. Kanıtlarla doğrudan iletişim kurma ilkesini gerçekleştirememiş bir yargılama sonucu kurulan her karar ise, şiddetin de ötesinde düpedüz katlanılamaz nitelikte bir işkencedir.

Evet, kırılgan siper ve sınır alanlarımızı titizlikle belirlemek; yamuk, dolaylı, çapraşık, kısır bakışları dışla­mak zorundayız.

Hiçbirimiz şunları asla unutmamalıyız. Adalet, yasaların gönyesidir; ölçütüdür. Hukuk ile adalet arasında kapatılamaz bir uzaklık olduğu zaman, o hukuka kimse katlanamaz. Derrida'nın dediği gibi, karar anı, evet karar anı, kendi tekilliği içinde özünde "çaresiz bir çılgınlık;" Ozan Abdurrahim Karakoç'un diliyle "lambada titreyen alevin üşüdüğü" andır. İşte o anda yargıç, hukuka yabancı her görüş ve inancı ayraca, askıya (parantez, époché) alarak bunların tümünü oyun dışına çıkarmalı; arı duru hukuk bilinciyle "kendisel varlık"a (chose-en-soi), "düşünen ben"e (cogito), "kesinlik ve apaçıklık"a ulaşarak ve Descartes'ın elma küfesine benzettiği beyindeki çürük elmaları ayıkladıktan sonra, yöntemsel kuşkuyla duruşmanın diyalektik sürecini izleyerek ve sağlam elmaları küfesine katarak kararını vermelidir. Albert Camus, Nobel konuşmasında şöyle demişti: "Sanat, sanatçıyı köşesinden çıkmaya zorlar; onun en alçakgönüllü ve evrensel gerçeğe boyun eğmesini sağlar. Kendisini değişik duyumsadığından sanatçılığı seçen insan, sanatını ve başkalarıyla arasındaki başkalığı, herkesle paylaştığı ortak nitelikleri öne çıkararak zenginleştirebileceği bilincini taşır." (Camus, Albert, [Alper Bakım], Yaratma Tehlikesi, İstanbul, s. 48).

Bir bakıma yargıç da sanatçıya benzer. Çünkü hukuk, yargıcı köşesinden çıkmaya zorlar; onu en alçakgönüllü ve evrensel hukuk gerçeğine, doğruya boyun eğmeye zorlar. Nitekim iki bin yıldan bu yana "Adalet, düzenin temeli" (iustitia, fundamentum regnorum); yargıç ise, hukuku adil biçimde uygulayandır. Ancak yargıç, hukuku uygularken elbette salt ahlakçı gözüyle değil, hukukçu gözüyle olayları ve kişileri de değerlendirmek durumundadır.

Bu yüzden insanın alınyazısını belirleyen o ana dönersek, işte o an, bir çılgınlık; biçimsel ve mekanik an olmamalıdır. Hiç kuşkusuz yargılama hukukunu uygulayan üçüncü kişi, yargılama erki içinde yer alan, hiç kimseden korkmayan, sırtını kimseye dayamayan, Ebu Hanife"nin tanımıyla asla "sultanların sofrasına oturmayan" yansız bir yargıçtır. Ona yansız olduğu, kendi düşüncelerini, inançlarını, ideolojilerini ayraç içine alıp bir bakıma üçüncü kişi olabildiği, bu nitelikleriyle doğruyu yanlıştan ayırabildiği için güvenilmektedir. Montaigne, denemelerinin bir yerinde şunları söyler: ''Herkes, önüne bakar, ben ise, içime bakarım; benim işim yalnız kendimledir. Hep kendimi gözden geçiririm, kendimi yoklarım... Bir şey öğretmem, sadece anlatırım...'' Yargıç da öyle. Karar verirken yargıç, bir şey öğretmeyi düşünmez. Sadece hukukun dediğini söyler (juris dictio), anlatır. O kadar. Dolayısıyla duruşma ve karar yargıcı, sanıldığı gibi, asla yıldırıcı, tehdit edici ya da korkutucu, "Kafkaesk" bir güç değildir. Hukuk ne diyorsa, sadece onu dile getiren bir insandır.

Bu açıdan yaşadığım aşağıdaki durum, beni her zaman çok düşündürmüştür: 1968 yılında Fransa'da on yedi cezaevinde incelemelerde bulunmuştum. Dikkatimi çeken durumlardan biri şu olmuştu: Suçunun ne olduğunu sorduğum hükümlülerden hiçbirinin "iftiraya uğradım" de­meyip, işlediği suçun yasalardaki adını çekinmeksizin söylüyordu. Türkiye'de bir cezaevine gidiniz ve ay­nı soruyu sorunuz. Hükümlülerin en aza yüzde yirmi beşi size "İftiraya uğradım" diyecektir.

Bu gözlem karşısında şu soruyu açık yürekle kendi­mize sormak zorundayız: "Acaba bu hükümlülerin hepsi yalan mı söylemektedir?"

Bir daha yineleyelim: Yargılamanın en önemli ev­resi kovuşturma evresidir. Bu evrenin en önemli aşaması ise, yargılanan kişinin alınyazısının belirlendiği duruş­ma aşamasıdır. Eğer yargılama sürecinde kovuşturma evresinin şah beyti olan bu aşama, duruşmanın olmazsa olmaz ilkelerine göre yapılmazsa, o davada adli yanılgı kaçınılmazdır.

Demek, devlet, toplum ve kişi ilişkilerini düzenleyen yargılama, özellikle suç yargılamasının ilkeleri çerçevesinde gerçekleştirilen ve doğru tutulmuş bir ayna ile ışığın karanlığa üstün geldiği bir duruşmanın ilk ve en önemli anı, eylemin var olup olmadığının, varsa yargılanan sanık tarafından işlenip işlenmediğinin belirlendiği andır. Bu belirleme "çıplak gerçek"i (nuda veritas) yansıttığı zaman, hukukçunun işi artık sağlıklı bir ortamda yürüyecek, "karar verilemez" (indécidable) durum geride kalmış olacaktır. Ancak bu belirleme, eylemi yargılanan kişinin yapmadığını ortaya koyuyorsa, hukukçunun işi görece olarak elbette kolay olacaktır.

Buna karşılık tersi sonuca, yani, Nobel ödüllü ünlü yaşam bilimci (biyolog) ve kuş bilimci (ornitolog) Nicolaas Tinbergen'in (1907-1988) anlatımıyla "Kendi toplumunda yaşadığı halde o topluma ters düşen........

© T24


Get it on Google Play