menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ülkemizde duruşmalar ve vicdani kanı (III)

22 6
27.06.2024

Diğer

27 Haziran 2024

Unutmayalım. Adli yanılgılar, "Dreyfus" davaları, her ülkede yaşanmıştır (Selçuk, Sami, Dreyfus Davası, Dünyaca Unutulamayan Yargılama Yanılgısı, 4. Baskı, 2019) yaşanmasına, ancak her ülkede "Suçluyorum!" diyebilen Emile Zola'lar, ne yazık ki sık sık çıkmamıştır (Zola, Emile, J'accuse, la vérité en marche, Paris, 1965).

Nitekim kısa bir süre önce ABD'nin Oklahoma eyaletinde 1974'te işlenen bir cinayet nedeniyle 48 yıl 1 ay 18 gün hapis yatan 71 yaşındaki Glynn Simmons'ın suçsuz olduğunun anlaşıldığını yazıyordu basın (21.12.2023). Glynn Simmons olayları elbette bundan sonra da yaşanacaktır. Ancak yargılamada başarı ve hüner, adli yanılgılara düşme olasılıklarını kaldıracak bir yargılamayı başarabilmektedir. Bunu gerçekleştirmenin biricik yolu ise, yargılamada, özellikle kovuşturma evresinin duruşma aşamasında asla ödün verilmemesi gereken duruşma ilkelerine uymaktır. Unutmayalım ki, "Haklıların hüküm giydiği bir ülkede bütün doğruların yeri cezaevidir." (Henry David Thoreau).

İşte bu olmazsa olmaz ilkeleri ciddiye almayan benim ülkemde yaşanan durum, beni sürekli düşündürmüş, hukukun nimetlerinden yararlanamayan insanlarımız adına için için ağlatmıştır.

Ağlatmıştır, çünkü bu ilkeler, benim ülkemde yalnızca bilimsel yapıtların temiz yapraklarında kalmış, bir türlü, mahkemelere ulaşamamıştır. Vaktiyle Alman düşünürü Novalis, "Romanlar, demişti, tarihin yanlışlarından doğmuştur."

Bu tarihin içinde elbette yanlış yargılamalar da vardır.

Özetle yargılamanın en önemli evresi olan "kovuşturma evresi" ve bu evrenin en önemli aşaması bulunan "duruşma aşaması;" etkin, çelişmeli görüşlerle ilerleyen, titrek adımlarla yürütülen, yapısal özünden kaynaklanan kendine özgü olmazsa olmaz ilkelerle kotarılan bir "dolaysız ayna"dır. Bu aynada yaşanan ise, diyalektiktir.

Zira bu dolaysız aynada söz konusu ilkeler, çelişme / diyalektik ve sık sık değinilen doğrudanlık ya da daha doğru anlatımla kanıtlarla bire bir iletişim kurma ilkeleri, deyiş yerindeyse, duruşmanın olmazsa olmaz (sine qua non) ve, deyiş yerindeyse, yozlaştırılamaz "tunç ilkeleri"dir. Bu aşamada bu tunç ilkeler, ancak asla ödün verilmeden uygulanmadığı takdirde adli yanılgıdan kaçınmak olanaksızdır. Birçok ilkenin yanı sıra özellikle "yargıçların taraflar ve kanıtlarla doğrudan iletişim kurma ilkesi"nin, yaygın deyişle "doğrudanlık ilkesi"nin (Bu ilkeyle ilgili olarak ülkemizde yayımlanan en kapsamlı yapıt: Şahin, Cumhur, Ceza Muhakemesinde İspat (Delillerin Doğrudan Doğruyalığı İlkesi), Ankara, 2001 ), bunu destekleyen odaklaşma, yüze karşılık, çelişme, diyalektik, kamuya açıklık, sözlülük, meramı anlatma, kanıtları özgürce değerlendirme ilkelerinin, dolayısıyla ve özetle "adil yargıl(a)nma ilkesi"nin gerçekleşmediği bir duruşma sonucu verilen her karar, hukuka aykırıdır, sakattır. Zira böyle bir duruşma sonucu verilen her karar, yine hukukun yüreğini yakan ve varoluşunu yıkan adli yanılgıları kaçınılmaz kılan bir çarpıklığın ürünüdür. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Selçuk, Sami, Suç Hukuku Dogmatiği ve / ya Grameri, V. Kitap, Suç Yargılama Hukuku Süreci, Ankara, 2022, s. 419489).

Peki, Cumhuriyetimizin yüzüncü yılında bile yıllardan beri hiç sektirmeden uygulana gelen bu kendini aldatıcı, bunaltıcı saçmalık, çamurdan yaratıldığı belirtilen insanın kendisinin ürettiği, ama kendisini bile aldatan bu yapay sapış, hiç kimseyi neden tedirgin etmiyor, şaşırtmıyor, duruşmanın yukarıda değinilen ve adli yanılgıları önleyen olmazsa olmaz düzeydeki "taraflar ve kanıtlarla doğrudan ilişki kurma" temel, ana ilkesini dışlayıp yerle bir ettiği halde, neden hiçbir hukukçu buna karşı çıkmıyor da, bu çarpıklık hiç sektirilmeden uygulanıp duruyor, yakmadan ısıtan güneş gibi, herkes bu yapay, iğreti kurtarıcıya sarılıyor, en azından buna hiç kimse ses çıkarmıyordu?

Evet, gerçekten "eski tutanaklar okundu" diye duruşma salonunda yankılanan bu ürkütücü, mekanik tiz ses ve onu belgeleyen sözüm ona tutanak ile iki bin yıldan bu yana binlerce bilim insanının beyninden süzülüp gelen ve duruşmayı var edip sağ esen kılan bütün o güzelim ilkeler, yalnızca yüzeysel olarak kalmıyor, hem kirletiliyor, hem de bir çırpıda yok ediliyor; çelişme ve diyalektiğe dayanan duruşma, birden bire yukarı katlardaki yargıçlara bilgiler sunma çabasına dayanan "dilsizlikler açmazı"na, böylelikle "orada var olan" (Dasein, Dasein) güzelim duruşma, sözüm ona artık bir "görünen"e, "görüngü"ye (fenomen) dönüşüyor; bu dönüşümle birlikte duruşmayı var eden ve meşru kılan duruşmanın olmazsa olmaz bütün ilkeleri, özellikle de yüze karşılık, sözlülük, kanıtlarla bire bir doğrudan iletişim kurma ana ilkeleri bütünüyle, dolayısıyla âdil yargılama kapsayıcı ilkesi bir çırpıda çökertiliyor, bu hukuka aykırı mekanik işlemin dişlileri arasında sanığın ya da tarafların var oluşu bütünüyle yok ediliyor, yargılamanın en önemli aşaması olan duruşma, göz açıp kapamadan hemencecik göstermelik bir biçimselliğe dönüşüyor, bu saçma etkinlikle birlikte yargısal yanılgıların bütün kapıları aralanmış oluyor, Türk yargılama erki ise, yıllardır süren bu bunalımı aşmaya bir türlü yanaşmıyor, kendisini adatmayı sürdürüp duruyordu.

Yoksa yıllardır karşı çıkılmayan ve sessizce uygulanan bu saçma yöntem, gölgesiyle bile tanımlanamayan çarpık duruşma anlayışının bir ürünü ya da getirisi miydi ya da "ekmek yoksa pasta yesinler" mantığının buruk bir örneği yahut katlanılan ağır yitikleri yüzünden kazanılan savaşın anlamsızlığını anlatan bir "Pirus zaferi" miydi?

Niçin yitik kuşakların buluşu olup ve duruşma aşamasının içini boşaltıp zihinleri bulandıran bu yapay ve kendisini aldatıcı uygulamadan bir türlü vazgeçilemiyordu?

Ülkemizde duruşma aşaması yozlaşıp karanlığa gömüldüğü halde, Hegel'in benzetmesiyle erdemi simgeleyen Minerva'nın baykuşu bu alacakaranlıkta neden bir türlü kanatlarını açıp uçamıyordu?

Hukuk, elbette insanları aldatmak için değil, kurtarıp sağ esen mutlu kılmak için vardı, vardır da. Ancak hukuk öğrenimiyle birlikte tam yetmiş yıla yakın hukuk uygulamasının ve öğretisinin içinde biri olarak ben, yukarıdaki sorulara, oldum olası mantıklı hiçbir yanıt alamamışım ve de yanıtlar verememişim; dolayısıyla bir bakıma kendimi de kandırmış, hatta kurtarıcılarını çarmıha geren biri gibi duyumsamışımdır.

Bu konuda son ve kesin diyeceklerim özetle şunlardır: Sık sık yinelendiği üzere, hiç kimse kendisini aldatmasın. Çünkü "yargıç değişikliği nedeniyle eski tutanaklar okundu" saçmalığına ve "yasaya karşı hile"ye (fraude à la loi, frode alla legge) başvurularak sözde oluşturulan vicdani kanı, asla tutanaklarla yargıçtan yargıca aktarılamaz, ciro edilemez. Böyle bir işlem ile düştüğü bataklıktan kendi saç örgüsüne tırmanarak kurtulduğu yalanına sarılan Alman Baronu von Münchhausen'ın sözleri ve mantığı arasında hiçbir başkalık yoktur.

Çünkü ikisi de kendisini aldatmadır; dahası yargılama etkinliğinde bu tutum, aldatmanın tutanağa yansıtılan belgeli bir haksız ve, ne yazık ki, gerçek dışı belgenin de ötesinde asla kolay kolay kapanmayan bir "vicdan yarası"dır. Vicdan yarası ise, insanı belki öldürmez, ancak ömür boyu onun yakasına bırakmaz; süründürür de süründürür.

Öte yandan hukuka aykırı bir belge düzenlemektense haksızlığa uğramak daha iyi değil midir? Her haliyle hukuka böylesine aykırı bir belge ile asıl doğruyu yalnız bırakmak, hangi ahlak kuralıyla açıklanabilir ki!?

Böylelikle yalnızlaşan doğru, gerçek ile örgütlü safsata arasında kalan bilinçli bir hukukçunun ve bu hukukun çilesini çekenlerin yaşadıkları işkence üzerinde çok ciddi olarak düşünmek gerekmez mi?

Tam da yeri gelmişken belirtelim ki, Roger Garaudy'ye göre, sanat, tıpkı Picasso'nun anladığı gibi, duyumsanabilir bir görüntüye öykünmek değil, tam tersine görünmeyen bir varlığı görülebilir kılmak, biçimlendirmektir. Bu tanının çarpıcı örneği ise, hiç kuşkusuz Picasso'nun başyapıtı olan, 1937'de yaptığı ve Franco'nun İspanya iç savaşında bombalattığı küçük bir kasaba olan ve Avrupa'yı kasıp kavuran faşizmin dehşetini simgeleyen "Guernica"dır.

Resimde İspanya'nın simgesi olan boğada somutlaşan güç, gözyaşı, yaralı bir at, kucağında ölü ya da yaralanmış çocuğunu tutan kadın ve çaresizlik gibi imgelerle bezenmiştir. Paris'in işgali sırasında bir Alman Gestapo subayının "Bu resmi sen mi yaptın?" diye sorması üzerine Picasso'nun insanlığa........

© T24


Get it on Google Play