menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ülkemizde duruşmalar ve vicdani kanı (I)

34 30
23.06.2024

Diğer

23 Haziran 2024

Yaşar Kemal'in anlatımıyla "kabuğa, gerçeğin gölgesi"ne dönüşen duruşmaların başına gelenlerle ilgilidir.

İlkin, gerçekten "kabuğa, gerçeğin gölgesi" duruşma aşamasının başına gelenler üzerinde inceden inceye duralım, bu aşamanın nasıl oturum çokluğuna, yani ayrıklı (istisnai) duruma düşürüldüğünün öyküsünü görelim ve bu konuda sözümüze üzücü, düşündürücü ve kahredici bir örnekle başlayalım.

Staj yapıyorum.

Ağır ceza mahkemesindeyim. Cezaevinden birini getirdiler. Uzun süre gün yüzü görmeyen teni, kahverengimsi bir renge bürünmüştü, adamcağızın.

Hüt dağı gibi şişen dosyaya bakıldı, ilkin.

Mahkemenin beklediği yanıt gelmemişti. İddia makamındaki savcı, "beklensin" dedi.

Sanık, saygıdan uzak, kaba saba bir tavırla ve parmağıyla savcıyı göstererek:

- Orada oturan bir başka bey, dört yıl önce idamımı istemişti. Artık dayanamıyorum. İdam edecekseniz bu işi bir an önce bitirin! diyerek yanıtladı.

Kural olarak aynı yargıçlarla ve tek oturumda bitmesi gereken duruşma (CYY, m. 190/1), üç bin yıl önce bu topraklarda yaşayan Hititlerde bile davalar, yasal olarak akla uygun sürede bitirildiği halde, yaptıklarının doğru olduğuna inanan ve halkımızın deyişiyle "yüzünden düşen sinek kırk parça" yargıçların yapay ciddilikleriyle (!)yine bir başka oturuma ertelendi.

O kaba saba davranan sanık da, ağzından memesi alınmış bir bebek gibi başını önüne eğerek jandarmaların arasında duruşma salonundan çıkıp gitti.

Çarpılmıştım.

Demek, ben, fakültenin ikinci ya da üçüncü sınıfındayken sanık tutuklanmış; ben, bu arada fakültemi bitirmiş, askerliğimi yapmışım. O günden bu yana mahkemenin önüne getirilen sanık, ölüm cezası tehdidiyle yargılanıyor ve her gün "Beni ne zaman beni asacaklar?" kuşkusu, kaygısı ve tehdidi altında yaşayıp gidiyordu.

Hiç kuşkusuz ahlaksal ve hukuksal değerlerin taşıyıcısı olan insanlar, özellikle de haksızlığı dışlama bilincinin yüklenicisi olan yargıçlar, kasaplar gibi karınları değil, herkesin güvendiği, Kant'ın tanımıyla iç mahkememizi, Juvenalis'in benzetmesiyle "içimizde gizli kırbaç taşıyan cellat"ı, yani değerlerin sesi olan vicdanları doyuran, salt yürürlükteki hukuka uygun olarak adaleti gerçekleştiren insanlardı. Öyleyse ölüm cezasıyla yargılanan biri, yargılama sürecinde hukukun haklarla ve özgürlüklerle donatılmış, yirminci yüzyılın en önde gelen düşünürlerinden John Rawls'un (1921-2002) deyişiyle "Toplumsal kurumların birinci erdemi" olan adalet beklentisi içinde bulunan vazgeçilemez bir hukuk öznesi miydi yoksa nasıl olsa ölecek gözüyle bakılan bir kurban mıydı?

Yargılanan, bir kişi, bir özne ise, bu duyarsızlığı, bu mesleki yozlaşmayı nasıl açıklamak gerekirdi?

Bunda üzücü, acı, başkaldırtıcı bir yanlışlık yok muydu?

Varsa bu yanlışlığı kim ya da kimler ve niçin yapıyorlardı?

Perişan kılıklılar arasında bir delikanlı, İsa'ya "Ey Meryem'in oğlu, haksızlıklardan, adaletsizliklerden bunaldık, yüreklerimiz artık bunlara dayanamıyor. Adaleti sağla bize!" demiş; bir başkası, "Sen ekicisin, bizler tarla. Elindeki tohum nedir?" diye sormuştu.

İsa da, "Birbirinizi sevin!" demişti. Bunun üzerine yaşlı bir adam, "Haksızlığın kurbanı, baskı yapanı sevemez" demiş, Yahuda da onu desteklemişti.

Ayraç içinde belirteyim ki, "cezaevi" bir hukuk terimidir. Bu teriminin halk dilindeki karşılığı ise, bilindiği gibi, "dam"dır. Nitekim benim ülkemde, yine bilindiği gibi, azılı suçluların bulunduğu damda yatanlara egemen, cezaevlerini el altından yöneten bir suçlu bile vardır: "Dam ağası."

Ayrıca "dam" sözcüğünün bir anlamı da "tuzak"tır. Tevfik Fikret'te şöyle geçer: "Bu damgâha senin saçlarınla merbûtum."

Sonuç şuydu: Acaba bu sanık, suç işlediği için bir "dam"da mı yatıyordu yoksa bir iftira nedeniyle "dam"a, yani tuzağa mı düşürülmüştü?

Bu sorunu çözecek olanlar ise, elbette yargılamayı yapan mahkeme yargıçlarıydı.

O yargıçlara gelince, onlar, birkaç yıldan bu yana çözmek zorunda bulundukları o sorunu ertelemek için, hukuksal gerekçeler değil, saçma sapan bahaneler aramaktaydılar.

Ve ben hukukçuluğumdan utanmış, bu duruma başkaldırmıştım, bugün de başkaldırıyorum.

Bu yüzden beynimde uyanan yukarıdaki sorularımı sormuştum görevdeki kıdemli hukukçulara. Ancak söylediklerimi önce yadırgadılar, sonra da, "sen neler diyorsun be adam?" havasında gülüp geçtiler.

Bu yargılamanın yapıldığı sırada, bırakın hukuk fakültesinde okuduklarını anlatmayı, Atatürk Türkiye'sinin çağdaş ve çağcıl yüzü olan Ağır Ceza Mahkemesinin o kadın yargıçlarına "Çabuk karar verin. Doğru karar verirseniz on sevap, yanlış karar verirseniz bir sevap kazanırsınız" diyerek yargılamada çabukluğun, hızlılığın önemini anlatan ve de bu ilkeyi destekleyen "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın!" (Buharî, 3:72; Müslim, Cihâd, 1732) hadislerini anımsatmayı ne çok isterdim!

Ve biricik yol gösterici bilime hiç mi hiç danışmayanlara, "Asla öykünmeyin, tam tersine sık sık bilime danışın ve de 'oku'yun (Kur'an, Müzzemmil, 4), Aydınlanma'nın çocuğu bir hukukçu olarak kesinlikle ve her yerde 'düşünme yürekliliği'ni gösterin!" demeyi ne çok isterdim!

Çünkü Einstein'ın dediği gibi "Evrende en büyük yitik, sorgulama, düşünme gücünü yitirmiş beyindir."

Bu beriki türden beyinler ise, sadece kendinden öncekileri çoğu kez sürgit taklit ederler; ne sorgularlar ne de düşünürler.

Zira gerçekten hukuka uygun biçimde yürütülen ve her duruşmada yaşanması gereken; aslında sağlıklı diyalektiğin kurulduğu, tek oturumda biten akıllar, görüşler yarışına, tartışmasına ve "Temiz bir vicdandan daha yumuşak yastık yoktur" (il n'y a pas d'oreiller plus doux qu'une conscience claire) bilincine dayanan "vicdani kanı"ya denk düşen bir "yargı"ya (hüküm) ulaşma çabasıydı. Suçbilimci Braithwaite'ın dediği gibi, hiçbir insan, kendi vicdanı karşısında hiçbir şeyi asla saklayamaz. Toplumsal tepkinin utandırarak eğittiği vicdan ise, kişiye "dur" diyebilen biricik denetim gücü; yani yargıçtır.

Evet, evet, "vicdani kanı" kavramı üzerinde durulurken özellikle yargılama hukukunda "vicdan" kavramının küresel bir terim olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Nitekim dilimizde her boydan insanın yaygın olarak kullandığı "vicdan," Batı dillerinde "ortak bilinç" tir (T. duyunç, L. conscientia, Y. Συνείδηση, Al. Gewissen, F. ve İn. concience, İ. coscienza, İs. conciencia, Prt. consciência); Arapça "vecd" kökünden türetilmiştir. Vicdan olgusu, kişinin kendi niyeti ya da davranışları hakkında kendi ahlak değerlerini temel alarak yaptıklarını ya da yapacaklarını ölçüp biçtiği, dolaysız dolansız yargılarda bulunduğu, kişiye doğruyu ve iyiyi yapma yükümlülüğünü yükleyen bir iç güç, dolayısıyla insana özgü bir kişilik özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte bu durumuyla vicdan, birçok dinde, felsefi akımda, gizemcilikte (mistisizm) önemli bir kavram ve terimdir. Ruhbilimsel bilinç, kişinin kendi ruhsal etkinliğini........

© T24


Get it on Google Play