menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Hukukun gözünde "kesinlikle geçersiz duruşma"ların insanlarımıza yaşattığı çileler - IX

16 1
24.08.2024

Diğer

24 Ağustos 2024

Geliniz "Kalın fırçalarımız"ı kullanmaktan vazgeçelim, "durup ince şeyleri anlamaya çalışalım. Geceye girmesin, türküler ve ince şeyler," özellikle de HUKUK VE DURUŞMA.

Bunun için de, geliniz, Batı hukukunu, hukuk bilimiyle ve kavram diliyle birlikte alan, ilkin geleceğin hukukçularını yetiştiren ve bu nedenle de günümüzde bu hukuku en iyi uygulayan Japonya'nın gözüyle bakalım hukukumuza.

Böyle baktığımızda ortaya çıkan ilk besbelli gerçek şudur: Türkiye, Japonya gibi ilkin hukuku ve hukukun dilini, özgül kavramlarını değil, hukukun ürünü, meyvesi olan yasaları almış, Batı hukukunu aldığını ve, ne yazık ki, hukuk devrimini yaptığını sanarak kendi kendisini kandırmıştır.

Bu açıdan her şeyden önce hukuka bakışımız ve tarihsel sicilimiz aslında hiç de sağlam değildir ve de hukuk uygulamamızda yaşanan, Batı hukukunu yozlaştıran Türkiye'nin hal-i pürmelâli budur.

Bilindiği üzere, Erich Maria Remarque, savaşın korkunçluğunu ve anlamsızlığını anlatmak için "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" romanını yazmıştı.

Yaşadıklarım ve Osmanlı döneminden kalan alışkanlıklar da bana, üzülerek belirteyim ki, "Türk Duruşma Aşamasında Yeni Bir Şey Yok!?" dedirtmektedir.

Bu yüzden de kahrolmakta ve yozlaştırılan Batıdan alınan bu sözde hukukun yarattığı birçok sorunu yaşadığı sürece ülkesinin insanları ve devleti adına çok üzülen, geçmişte, özellikle binlerce ve binlerce karara imza atmış, on sekiz yıl geleceğin hukukçularını yetiştirmeye çabalamış, özellikle de öğrencilerine duruşmanın tek oturumda yapılmasının yol, yöntem ve ilkelerini öğretmeye çabalamış olan en yaşlı hukukçulardan biri olarak, bütün hukukçularımızı anayasal hakkını, yani dava açma hak ve özgürlüğünü hukuksal olarak kullanamamamın, kahredici üzüntüsüyle yargılama erkinde yaşanan bu yetersizlikler, saptırmalar üzerinde durmaya çağırmaktayım.

Ve herkese sesleniyorum: Geliniz, ilkin duruşma anlayışımızdaki kaba saba hukuka aykırılıkları değiştirelim.

Çünkü Cumhuriyetin yargıçları, savcıları, avukatları, yargılama ve duruşma konularında çok duyarlı olmak, yargılama ve özellikle de duruşma ahlakının üzerine titremek; batılı anlamda diyalektik ve ahlaki duruşma, batılı dille "tartışma" (débat, dibattimento) aşamasını gerçekleştirmek ve buna dayanan adalet değerini kesinlikle başarmak zorundadırlar.

Merhum Melih Cevdet Anday, düşündürücü bir denemesinde, uygarlığın temelinde "HERKESE AÇIKLIK İLKESİ"ne göre yapılan Sokrates'in "Savunması"nın (Apologia) yattığını belirtmişti (Tarih Önünde, Cumhuriyet, 13.11.1981).

Kanımca o zaman da haklıydı, yazarımız, bugün de haklıdır.

Zira karşılaştırınız, lütfen. MÖ 399 yılında, yani bundan 2425 yıl önce doğal yargıç ilkesine göre oluşturulan mahkemede "kamuya açık yargılama ilkesi" sonucunda ölüm cezasına hüküm giyen Sokrates'in nasıl yargılandığını birbirini doğrulayan üç ayrı kaynaktan ayrıntılarıyla günümüzde bile biliyoruz. Ancak onu yargılayan yargıçların hiçbirinin adını bilmiyoruz.

Buna karşılık Sokrates'ten 2280 yıl, yani 23 yüzyıl sonra 1881 yılında Mithat Paşa'nın doğal yargıç ilkesine aykırı olarak, bir kişi, yani Mithat Paşa için, yani hukuk açısından ölümcül bir günah için kurulan ve bu yüzden hukuk tarihinin olumsuz yargısından ve hesaplaşmasından asla kurtulamayan, hiçbir zaman da kurtulamayacak olan "Çadır Mahkemesi"nde nasıl yargılandığını ayrıntılarıyla bilemiyoruz.

Çünkü varsayımlara dayanan ve birbirleriyle çelişen kaynaklara karşın duruşma, çoğu zaman açık değil, gizlidir, karanlıktır. "Karanlık" ise, Cervantes'in vaktiyle dediği gibi, "Bütün günahların üstünü örten bir yorgandır."

Ancak bütün bunlara karşın, Sokrates'i yargılayan yargıçların tersine, onu yargılayan yargıçların ve iddia makamında bulunan savcının kimler olduklarını günümüzde bile bilmekteyiz ve de çok üzülmekteyiz.

Çünkü her şeyden önce açıkça belirtmek gerekirse, bu açıdan geçmişimiz, sicilimiz hiç de parlak değildir.

Peki, neden?

Çünkü yargılamaya katılan yargıçlar, tıpkı hükümeti deviren, TBMM'yi ortadan kaldıran 1960 darbesi sonrası Yassıada Mahkemesi gibi, suç konusu eylemden sonra oluşturulmuş bir mahkemenin yargıçlarıdır; dolayısıyla mahkeme doğal mahkeme değil, yargıçlar da doğal ve yansız yargıçlar değildirler.

Gerçekten savcı dâhil, bunların içinde daha önce kendileri ya da yakınları arasında sanık Vali ve Sadrazam Mithat Paşa tarafından cezalandırılanlar bile bulunmaktadır. Sözgelimi, Mahkeme Başkanı Kadı Süruri Efendi, yolsuzlukları yüzünden Mithat Paşa tarafından meslekten çıkarılmış biridir.

Bırakın yargıçları, savcı bile yansız değildir.

Üstelik bu kişiler, yansız olmadıkları gibi önyargılıdırlar da. Çünkü iddianameyi (ithamname), Adliye Nazırı Cevdet Paşa, Mahkeme Başkanı Süruri Eferndi, Savcı Latif Bey, Mabeyinci Ragıp Bey, birlikte hazırlamışlardır (Tiryakioğlu, Samih, Dünya Tarihinde Büyük Siyasi Davalar, İstanbul, 1963, s. 128-143).

En önemlisi ve acısı da, yargılama sırasında yetiştirdiğimiz büyük hukukçularımızdan ve Osmanlı döneminde yapılmış en iyi yasalardan biri olan Mecelle'de en çok emeği geçen Adalet Bakanı Ahmet Cevdet Paşa, iddianameyi hazırlamakla yetinmeyip, daha da ileri giderek, yargıçların arkasında bir koltuğa oturmuş, duruşma sırasında mahkeme yargıçlarına ve savcısına sürekli buyruklar vererek onları yönlendirmiş; bunun üzerine sanık Mithat Paşa bile dayanamayıp yargıçları azarlamıştır.

Evet, iki Paşa, birbirine hasımdır. Ancak bu, elbette hukuksal bir özür değildir.

Nitekim kendi anlatımıyla Mithat Paşa, "İtham mazbatasının yalnızca iki yerini sahih ve doğru buldum. Birisi, başındaki besmele, diğeri nihayetindeki tarihidir" dediği bu iddianame doğrultusunda yargılanmış, sonuçta hüküm giymiş, Sultan Abdülhamid'in buyruğuyla 7 Mayıs 1884 (61 yaşında) tarihinde Albay Mehmet Lûtfi ve Binbaşı Bekir Beyler........

© T24


Get it on Google Play