EkoFilm ekibi "sürdürülebilir yapım"ı anlattı: Bir film kaç gezegene mâl oluyor?
Diğer
07 Aralık 2025
Sinema çoğu zaman hikâyelerin, ekrandakilerin sihrine yaslanır; biz ekranda olanı konuşuruz, kamera arkasında kalanlara pek bakmayız. Ama film ve medya sektörünün yarattığı ekolojik etki o kadar büyük ki artık görmezden gelmek imkânsız. Tıpkı sektörün eşit ücret, güvenli çalışma ortamı ihtiyaçları gibi sürdürülebilirliği ve gezegene etkisi de daha çok konuşulmalı. Hollywood’da yıllar önce başlayan tartışma, bugün Türkiye’de de kapıyı çalıyor: Bir sahneye ışık yakmak, bir set kurmak, bir diziyi iki saatlik bölümlerle üretmek… tüm bunların aslında kaç ton karbon demek olduğunu biliyor muyuz?
Bu soruların peşine düşmüş iki isimle, EkoFilm Platformu’nun kurucuları ve Sabancı Vakfı Fark Yaratanları Ekin Gündüz Özdemirci ve Nurten Bayraktar’la bir araya geldik. Hem akademik bilgi hem saha deneyimiyle çalışan bu iki isim, yıllardır sektörün “normal” sandığı alışkanlıkların aslında ne kadar yüksek bir bedeli olduğunu rakamlarla ortaya koyuyor. Ve daha önemlisi: Bu yükü azaltmanın mümkün olduğunu, ama bunun yalnızca yeni bir teknik değil, yeni bir vicdan ve çalışma etiği gerektirdiğini anlatıyorlar.
- EkoFilm’i kurarken film ve medya sektörünün iklim kriziyle ilişkisine baktığınızda sizi en çok ürküten gerçek neydi; “burada durup bir şey yapmalıyız” dediğiniz an neydi?
Film ve medya sektörünün ekolojik ayak izine yönelik ilk kapsamlı çalışma, üretimin ve dolayısıyla çevresel etkinin en yoğun yaşandığı Hollywood özelinde yapılmıştı. UCLA Institute of the Environment’ın 2006’da yayımladığı rapor, film endüstrisinin Los Angeles bölgesindeki hava kirliliğine en büyük katkıyı yapan sektör olduğunu ortaya koyarak büyük bir tartışma başlattı. Rapora göre sektör, havacılık, turizm, tekstil ve yarı iletken üretimi gibi alanları bile geride bırakıyordu. Enerji tüketimi ve sera gazı emisyonları ise havacılık ve tekstil endüstrileriyle yarışır seviyedeydi.
Bu bulguların ardından sürdürülebilir film yapımı, özellikle Kuzey Amerika ve Avrupa’da ciddi bir ivme kazandı. Üretim süreçlerinin çevresel etkilerini ortaya koyan pek çok veriye dayalı araştırma yapıldı. Örneğin, 8-10 haftada çekilen yüksek bütçeli bir yapımın yalnızca bir günlük çekiminde, Avrupa’da yaşayan bir kişinin yıllık ortalama karbon ayak izi kadar bir etki yaratılıyor. Yakıt tüketimi ortalama bir araç deposunu yaklaşık 12 bin kez dolduracak seviyelere ulaşabiliyor, plastik tüketimi ise neredeyse 168 kişinin yıllık kullanımına eşdeğer.
Sinemadan reklama, TV programlarından dijital platform içeriklerine, animasyondan video oyunlarına uzanan devasa bir küresel üretim hacmi düşünüldüğünde, bu etkilerin büyüklüğü neredeyse akıl almaz boyutlara ulaşıyor.
Diğer yandan, çevre üzerinde ciddi etkisi olan bu sektörün, anlattığı hikâyelerde de çevre konusuna çoğu zaman kayıtsız kaldığını görüyoruz. Örneğin 2024 Oscar adayları arasında yer alan ve hikâyeleri günümüzde ya da yakın gelecekte geçen 13 film, Good Energy tarafından “iklim krizinin hikâyede yer alması” ve “bir karakterin filmde bundan bahsetmesi” gibi kriterlere göre incelendi ve sadece 3 film bu değerlendirmeyi geçebildi. Bu da toplamın yalnızca #’ü demek.
Popüler film ve dizi içeriklerinin büyük çoğunluğu iklim krizine dair farkındalık yaratmayı hedeflemediği gibi, çoğu zaman aşırı tüketimi ve lüks alışkanlıkları teşvik eden hikâyeler sunuyor. Oysa toplumsal etki gücü bu kadar yüksek olan bir sektörün, içinde bulunduğumuz ekolojik kriz çağında çok daha fazla sorumluluk alması gerekiyor. Üstelik bu sektör, ürettiği içeriklerle en çok gençleri hedeflerken, onların geleceğini yeterince önemsemiyor gibi görünüyor.
Tüm bu tablo, sektörde “normal” kabul edilen pek çok şeyin artık değişmesi gerektiğine dair inancımızı güçlendirdi.
- Sektöre özgü yaptığınız araştırmalar, Türkiye’deki yapım süreçlerinde en çok hangi aşamanın çevresel etki yarattığını gösterdi? Bunlar için nasıl çözüm önerileriniz var?
Türkiye’de film ve medya sektörünün çevresel etkisine dair elimizde henüz kapsamlı veriler yok. Bu aslında büyük ve detaylı bir araştırma gerektiriyor, EkoFilm Platformu olarak bu çalışmayı hayata geçirmek için kaynak arayışımız sürüyor ve yerel verilerin mutlaka ortaya konmasını çok önemsiyoruz. ABD, İngiltere ve bazı Avrupa ülkelerinde yapılan araştırmalar ise farklı yapım ölçeklerine göre ortalama çevresel etki verilerini sunuyor. Bu çalışmalara baktığımızda, bir yapımda en büyük çevresel etkinin çoğunlukla yakıt ve enerji tüketiminden kaynaklandığını görüyoruz.
Yakıt tüketimi hem araç kullanımı hem de setlerde enerji ihtiyacının halen çoğunlukla dizel jeneratörlerle karşılanması nedeniyle önemli bir yük oluşturuyor. Oysa çekimin ölçeği uygunsa hiç jeneratör kullanmamak, yenilenebilir yakıtla çalışan alternatif jeneratörleri tercih etmek ya da taşınabilir güç kaynaklarıyla desteklenen hibrit çözümler geliştirmek mümkün. Enerji verimliliği yüksek LED ışıkların tercih edilmesi de çoğu zaman şebeke elektriği kullanımına uygun bir planlama yapmayı sağlıyor. Ayrıca karavan kullanımını azaltmak ya da mümkün olduğunca tamamen vazgeçmek ciddi bir yakıt tasarrufu yaratabiliyor.
Dünyada kullanılan birçok alternatif jeneratör ve güç sistemi aslında Türkiye’de de mevcut, ancak film ve medya sektöründe henüz yaygın değil. Daha küçük ölçekli setlerde şebeke elektriği veya taşınabilir güç kaynaklarıyla sürdürülebilir çözümler üretilebiliyor. Ancak büyük ölçekli setlerde bu dönüşümün sağlanabilmesi için alternatif sistemlerin sektöre adapte edilmesi şart. Bunun için de denemeye açık, sorumluluk almaya hazır karar vericilere ihtiyaç var.
- Setlerin yoğun, kaotik ve baskı altında işleyen yapısı düşünüldüğünde, sürdürülebilirlik uygulamalarını hayata geçirirken en çok hangi dirençle karşılaşıyorsunuz? Bunu kırmanın işe yarayan dili ne oldu?
Türkiye’de sürdürülebilir film yapımına ilgi duyan ve bu ilgiyi eyleme dönüştürenler şu anda daha çok bağımsız film yapımcıları. Ana akım sektör içinde de konuyla ilgili olanlar olduğunu biliyoruz, ancak henüz somut bir adım atıldığını ya da bu alandaki çalışmalarımıza aktif bir şekilde dahil olma çabası gördüğümüzü söyleyemeyiz. Bağımsız yapımlarla çalışmak ise bizim için çok değerli, çünkü bu ekiplerin zaten etik bir duruşu var ve vicdani bir sorumluluk hissederek sürdürülebilir uygulamalara yönelmeye karar veriyorlar. Dolayısıyla yeni şeyler denemeye, ellerinden geleni yapmaya gönüllüler.
Tabii tedarik zincirinin henüz sektörel standartlara göre şekillenmemiş olması, özellikle alternatif jeneratör sistemleri ya da elektrikli araç temini gibi konularda zorluk yaratıyor. Ama alternatifler mevcut ve biz de denemeye açık olan yapımları bu doğrultuda yönlendiriyoruz. Bu alan aslında yeni işbirlikleri oluşturmak açısından büyük bir fırsat sunuyor.
Set ortamında yıllardır süregelen alışkanlıkları kırmak her zaman kolay olmuyor. Ancak sadece bir filmi tamamlamanın ötesinde, iyi bir amaç için birlikte hareket etmenin ekiplerde moral ve motivasyon yarattığını da görüyoruz. En zorlayıcı alışkanlıklardan biri yemek tüketimi. Et tüketimi, özellikle kırmızı et, karbon ayak izini ciddi şekilde artırıyor. Buna rağmen etsiz menüler hâlâ pek sıcak karşılanmıyor. Bu noktada “etsiz Pazartesi” gibi haftanın belirli günlerinde uygulanabilecek çözümler öneriyoruz.
Elbette daha büyük ölçekte bir dönüşüm için sektörün karar vericilerinin ortak bir irade ortaya koyması ve kamu tarafından teşvik mekanizmalarının geliştirilmesi gerekiyor. Biz de bu doğrultuda çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
- Türkiye, dünyada en çok dizi ihraç eden ülkelerden biri. Sizce bu kadar büyük bir içerik üretim gücü, sürdürülebilirlik açısından bir risk mi, yoksa doğru yönlendirilirse küresel ölçekte bir fırsat mı?
Bu kadar yoğun içerik üretimi, bir yandan sektörün ne kadar büyük bir potansiyele sahip olduğunu gösterirken diğer yandan çevre üzerindeki olumsuz etkileri artırıyor ve sürdürülebilirliğin sosyal boyutu açısından da ciddi riskler yaratıyor. Çünkü sürdürülebilirlik sadece çevresel etkileri azaltmak değil, aynı zamanda sosyal koşullarda da adillik ve refahı hedeflemek anlamına geliyor. Bölüm başı iki saate varan uzun içeriklerin bu kadar çok üretilmesi, daha yoğun bir çalışma takvimi ve sürekli yetiştirme baskısı demek. Bu tempoda boş zaman hakkı, fiziksel ve ruhsal sağlık, özel alanın korunması ve stres yönetimi gibi hayati konular ne yazık ki çoğu zaman göz ardı ediliyor. Bu durum başlı başına sürdürülebilir değil zaten.
- İngiltere merkezli ScreenSkills’in araştırmasına göre film ve TV sektörü çalışanlarının c’ü işlerinin ruh sağlıklarını olumsuz etkilediğini söylüyor; d’ü bu sebeple sektörden ayrılmayı düşündüğünü belirtiyor. Sadece ’si çalışma koşullarının zihinsel sağlık açısından uygun olduğunu düşünüyor. Dünyanın farklı ülkelerinde de benzer sorunlar yaşanıyor. Tam da bu yüzden, dünyada birçok ülkede film ve medya endüstrisinde hem çevresel hem de sosyal boyutuyla sürdürülebilirlik çalışmaları merkeze yerleşiyor.
Eğer Türkiye’de sektör bu dönüşümü yakalayabilir ve güçlü bir ortak iradeyle sürdürülebilirlik değerlerini benimsemeye başladığını gösterebilirse, küresel ölçekte önemli bir fırsat yakalayabilir. Türkiye, bir yandan sürdürülebilirlik kriterlerini gözeten Avrupa ve ABD menşeili servis prodüksiyonlarının artan ihtiyaçlarına cevap verebilir; diğer yandan ise yerli dizi içeriklerinin yoğun şekilde ihraç edildiği gelişmekte olan pazarlarda sürdürülebilirlik konusunda öncü ve yönlendirici bir rol üstlenebilir. Bu açıdan gerçekten önemli bir........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Daniel Orenstein
Beth Kuhel