menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Sanatçı Erdağ Aksel: Tekrara girdiğimde kendimden sıkılıyorum; sanatta vasata müsamaha edilmiyor

18 1
yesterday

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

25 Aralık 2025

Erdağ Aksel

Sanatçı ve akademisyen Erdağ Aksel’in Tutarsız Tesisatçı adlı kitabı, Faruk Sade Sanat Fonu desteğiyle Galeri Siyah Beyaz tarafından yayımlandı. Kitap, Aksel’in elli yıla yaklaşan üretimini; sergiler, üretim süreçleri ve bibliyografisiyle bir araya getiriyor. Aksel, Tutarsız Tesisatçı’da sanat tarihi ve eleştirisine dair uzun süredir kafasını meşgul eden bir meseleyi açıkça ortaya koyuyor. Üretimi hakkında yazılan metinlerin büyük bölümünün tanıtıcı kaldığını, analitik ve eleştirel metinlerin ise sınırlı olduğunu söylüyor. Sergileri üzerine yapılan değerlendirmelerde, en sert sorgulamayı hep atölyedeki üretim sürecinde kendisinin yaptığını vurguluyor.

Aksel’le; sanatçı kimliğine neden mesafeli durduğunu, sanatta mükemmeliyet, vasatın neden sürdürülemez olduğunu, tutarsız olma özgürlüğünü ve sokakta, atölyede, kamusal alanda üretmenin bedellerini konuştuk.

- “Tutarsız Tesisatçı” kitabı fikri doğduğunda tam olarak ne hissettiniz?

Hissettiklerim pek de öyle romantik ya da heyecan verici değildi açıkçası. Aklımdan geçen ilk şey şuydu: “Üretmek istediğim bu kadar çok şey varken şimdi bununla kim uğraşacak?” Bu yaştan sonra hakkımda yapılacak bir kitap ister istemez bir tür “ölmeye yatma” kitabına, benziyor, ya da kaçınılmaz olarak “veda” niteliği taşıyan bir çalışmayı çağrıştırıyordu. Sonuçta o kitabı koltuğumun altına alıp kendime sergi arayacak ya da küratörleri, koleksiyoncuları etkilemeye çalışacak halim yok… Ama ölmeye de yatamam; yapacak çok işim var. Otuzlu yaşlarımda bir kitap yapılsaydı belki heyecanlanırdım, ama şimdi kendimi biraz yetmişinden sonra motosiklet, spor araba alan yaşlı adamlara benzeyecekmişim gibi hissettim. Tabii hem kitabın tasarımcısı ve dostum Mehmet Ulusel hem de sevgili hayat ortağım Ayşe Kadıoğlu, metni benim yazmam gerektiğini; bunun da yıllardır konuştuğum konulardan geleceğe bir iz bırakmak anlamına geleceğini söyleyince hislerim biraz değişti. Yelkenleri indirdim.

- “Kendimi heykeltıraş değil, tesisatçı olarak görüyorum” sözünüz hem sanatçı hem de okur için çarpıcı bir tanımlama. Tam olarak ne anlatmak istiyorsunuz?

“Tesisatçılık,” Google’ın “installation” kelimesini Türkçeye “tesisat” olarak çevirdiğini fark etmemle başlayan bir hoşluk aslında. Temelde benim yaptığım iş, söylemeye değer bir söz için düşünceleri, duyguları, nesneleri, anlamları, çevreyi ve malzemeleri duyarlı biçimde birbirine bağlamak ve ben bunun eğitimini almıştım. Heykeltıraş olarak biliniyordum ama zamanla Türkiye’deki heykel eğitimiyle benim aldığım eğitimin yöntemsel olarak çok farklı olduğunu gördüm. Bu ortamda benimki biraz “çakma heykeltıraşlık” gibi kalıyordu. Mesela ben hayatımda hiç anıt yapmadım. Dünyada birçok farklı sanat eğitimi yöntemi var ve hepsi de nitelikli sonuçlar verebilir. Benim aldığım eğitim daha iyi değildi; sadece farklıydı. Bu yüzden “heykeltıraş” kelimesi yaptığım işi tam karşılamıyordu. “Sanatçı” kelimesini ise daha da sorunlu buluyorum.

- Neden?

Anlamı çok geniş. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kültür politikaları, “batı anlamında sanat”a özel bir saygınlık yüklemiş. Operaya, konserlere, sergilere gitmek aydın olmanın önkoşulu hâline gelmiş. Açıkçası benim sanata öyle kategorik bir saygım yok. Nitelikli olanlara elbette saygı duyar, ilgi gösteririm; ama hepsine değil. Sanatçılık da inşa edilmiş bir kimlik. Görsel sanatlarda bu kimlik; biraz bohem, zaman zaman alkolle ilişkilendirilen, modaya göre fular-kaşkol, keçe yelek gibi imgelerle desteklenen ve sanatseverler tarafından beklenen, neredeyse talep edilen bir karaktere dönüşmüş durumda. Bu beklentiyi karşılamak isteyen birçok sanat üreticisi de bu kimliği benimseyebiliyor. Sanatı az biliyorlar ama seviyorlar, sayıyorlar. Tabii bilmek emek istiyor, sevmek saygı duymak ise kolay. Üstelik sanata duyulan önkoşulsuz saygı, nasıl oluyorsa bir şekilde sanatçıya duyulan, duyulması gereken otomatik bir saygıya da dönüşüyor. Böylece garip, karşılıklı bir fayda ilişkisi ortaya çıkıyor: Sanatsever, sorgulamadan, anlamaya çalışmadan saygı göstermek istiyor; sanatçı ise ne üretirse üretsin koşulsuz saygı talep ediyor.

Bu noktada kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz?

Kitaptaki son iki cümlem şuydu: “Sanat üretmek bir eylem iken, sanatçı olmak, içinde çoğu kez birçok klişe barındıran, inşa edilmiş bir kimliktir. Ben sanatçı olmayı değil, her zaman sanat üretmeyi amaçladım.” Sanat üreten kimliğimin yanı sıra başka birçok kıymetli kimliğim olduğunu da biliyorum. Örneğin baba olmaktan ya da baba olmaya dair kimliğimden, sanat üretimim kadar gurur duyuyorum. Bu hayatta siyasi bir kimliğim de var. Ayrıca iyi bir koca, iyi bir hoca, iyi bir kardeş ve iyi bir arkadaş olmaya çalışıyorum. Hayatımı, ne idüğü belirsiz klişelerle inşa edilmiş bir “sanatçı” kimliğine sıkıştırmak bana göre değil.

- Eserlerinize gerçek........

© T24