menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Algoritmalar, göçmenler ve güvencesiz emek çağı: Vurun prekaryaya!

31 9
13.12.2025

Diğer

13 Aralık 2025

Prekarya kelimesi kulağa çok havalı gelse de kökü biraz hüzünlü: Latincedeki precarius, yani “garantisi yok, biraz da lütfa kalmış” demek. Bugün bu kelimeyle; maaşından emin olmayan, işinin ne zaman biteceğini bilmeyen, sosyal güvencesi ya yok ya da pamuk ipliğine bağlı çalışan milyonlar kastediliyor. Kısacası düzenli gelirin, düzenli hayatın, hatta bazen yarının bile garanti olmadığı bir emek hali bu.

Prekaryanın sahneye çıkışı, 20. yüzyılın “düzenli hayat” vaadinin sessizce çökmesiyle başladı. Fordist model tam zamanlı iş, sendikal güvence ve yarının az çok belli olduğu bir hayat sunuyordu; fabrika çalışır, maaş yatar, ritim mesai saatine göre akardı. Ama 1970’lerden sonra teknoloji hızlandı, rekabet sertleşti, ucuz ve hızlı üretim dönemi başladı. Esneklik “çağın gereği” ilan edildi; fabrikalar parçalandı, işçiler şirketlere, taşeronlara, platformlara dağıldı, toplu pazarlık gücü eridi. “Sosyalizmin” çökmesiyle sermaye sınıfının son çekingenlikleri de kalktı; neoliberalizm rakipsiz biçimde sahneye çıktı, güvencesizlik norm haline geldi. İşte prekarya bu ortamda yeni düzenin baş aktörü olarak doğdu; yalnızca yeni bir emek türü değil, devletle yurttaş arasındaki eski sözleşmeyi bozan, sınıfları yerinden oynatan bir toplumsal yarılmanın başlangıcı olarak. Prekarya artık yalnızca güvencesiz çalışanların adı değil; algoritmaların ve devlet-sermaye ortaklığının şekillendirdiği, yurttaşlığın sınırlarını bile baştan aşağı değiştiren yeni bir yarılmanın merkezinde duran büyük bir kitle. Fabrikadan platforma, çağrı merkezlerinden yapay zekâ atölyelerine uzanan görünmez bir emek zinciri bu yeni düzenin altyapısını oluşturuyor.

Bugünün prekaryası en kalabalık haliyle hizmet sektöründe, dijital platformlarda ve yaratıcı endüstrilerde karşımıza çıkıyor. Çağrı merkezinde kulaklığın ucunda bütün günü “sakin kalmaya” çalışarak geçirenler, bir dizi setinde 20 saat ayakta tutulan teknisyenler, şehir içinde algoritmanın kırbacıyla koşturulan kuryeler, “portföyün çok parlak olacak” denilerek düşük ücretlere razı edilen grafik tasarımcılar… Liste uzayıp gidiyor. Bir de ekran başında üç beş kuruşa slogan yazanlar, ses kayıtlarını etiketleyen, yapay zekâya veri taşıyanlar var: adı bile tuhaf, “mikro görev işçileri” (click-worker).

Uluslararası Çalışma Örgütünün rakamları da manzarayı süsleyecek cinsten değil: Dünyadaki çalışanların yüzde 60’ından fazlası hâlâ kayıt dışı ya da hukuki korumadan yoksun işlerde çalışıyor. Kurallarıyla övünen Avrupa’da bile her beş çalışandan biri güvenceden yoksun. ABD’de rakamlar kaynaktan kaynağa değişiyor ama yüzde 8 ile 18 arasında gidip geliyor. Yani güvencesizlik artık sistemin “aksayan yeri” değil; bizzat kendisi.

Dijitalleşme çalışma hayatına sadece yeni alet-edevat sokmakla kalmadı, işin bütün mantığını da sessiz sedasız tersyüz etti. Bugün pek çok iş yerinde direksiyonun başında artık bir müdür değil, bir algoritma oturuyor. Bu düzende insanın kimliği de mesleğiyle değil, uygulamanın verdiği puanla tanımlanıyor. Kaç yıldır çalıştığının, ne bildiğinin, ne kadar emek verdiğinin önemi azalıyor; asıl belirleyici olan hızın, müşteri puanın ve çevrim içi görünürlüğün. Sistem seni tek tek atomlarına ayırıyor, “yedeklenebilir” hale getiriyor: Bugün varsın, yarın yok; nasıl olsa yerine bir başkası hemen bulunabiliyor.

Platform ekonomisinde çalışanlar artık hukuken işçi de sayılmıyor; tuhaf bir ara kategoriye sıkıştırılıyorlar. Bir yandan emeğini satıyor, öte yandan sanki kendi işinin patronuymuş gibi “dijital uygulama kullanıcısı” ya da şirketlerin sevdiği ifadeyle “hizmet sağlayıcı” muamelesi görüyorlar. Sonuç basit ama acı: İşveren bütün sorumluluklardan sıyrılıyor, çalışan da klasik işçiliğin sağladığı ne hak varsa yitiriyor.

Bu rejimde emek gerçek, patron sanal, çalışma saatleri sabit değil, boş zaman ile iş zamanı birbirine karışıyor, iş çoğu zaman cep telefonuna düşen bir bildirimle başlıyor. Uzun vadeli kariyer fikri ya da geleceğe dair plan yapma artık hayal. Yarın çalışacak mıyım, kazanabilecek miyim, sistem beni bugün de “uygun” bulacak mı? En temel sorular bunlar!

Algoritmanın yönettiği bu yeni çalışma evreni, yalnızca görünür emek alanlarını değil, arka plandaki görünmez emek katmanlarını da hızla genişletiyor.

Yapay zekâ sektörü keskin bir emek bölünmesi üzerine kurulu. Bir yanda sayıları tüm dünyada en fazla 700 bin ile 1 milyon arasında olduğu tahmin edilen yüksek maaşlı mühendisler, araştırmacılar ve veri bilimciler var. Modelleri tasarlayan, altyapıyı kuran, karar süreçlerine yön veren teknik elitler bunlar. Ücretleri yüksek ve sektörde sözü geçenler onlar. Ama çoğu geçici sözleşmelerle çalıştığı için “yüksek vasıflı iş güvencelidir” klişesine pek inanmasanız iyi olur. Üstelik ürettikleri fikirlere de sahip olamıyorlar: Sözleşmeler, yazılan her kodun, bulunan her fikrin şirkete ait olduğunu ta baştan şart koşuyor.

Diğer yanda ise milyarlarca veri parçasını tek tek temizleyen, etiketleyen, sınıflandıran ve denetleyen devasa bir görünmez emek ordusu bulunuyor. Sistemlerin “öğrenmesi” dediğimiz şey, sayıları 10-15 milyon arasında olduğu tahmin edilen; görüntüde neyin kedi neyin çöp olduğunu ayıran, ses kayıtlarını deşifre eden, uygunsuz içeriği saatlerce izleyerek ayıklayan ve çoğu zaman 19. yüzyılın eve iş verme sistemini andıran biçimde, geçici sözleşmelerle, parça başı ücretle, sosyal güvenceden tamamen yoksun biçimde çalıştırılan görünmez bir emek ordusunun sayesinde mümkün oluyor. Üstelik bu emek ordusu yalnızca modelin ilk eğitiminde değil, her gün, her güncellemede, her yeni veri dalgasında yeniden devreye giriyor. Bu yüzden yapay zekâ, yapısal olarak sürekli genişleyen ve asla doymayan bir prekarya havuzuna ihtiyaç duyuyor; ucuz, esnek, parçalı, itirazsız ve güvencesiz emek olmadan ne dev veri setleri hazırlanabilir ne de algoritmalar “akıllı” kalabilir.

Üstelik bu güvencesizlik yalnızca emek rejiminin değil, yurttaşlığın sınırlarını da çizen siyasal bir eşiğe dönüşüyor.

Prekarya Bildirgesi ile Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf (ikisi de İletişim Yayınları) adlı kitapların yazarı Guy Standing’in analizinde........

© T24