Kürdistan’dan Michael M. Gunter’e açık mektup
Bu açık mektubu Michael M. Gunter’a yazarken, yalnızca hatalı bir siyasi analizle değil, temelden, çürüyen bir modernite paradigmasının yüküyle yüzleştiğimi hissediyorum. Ortadoğu’daki toplumu devletin bir türevi olarak okuyan herhangi bir analitik çerçeve, daha en başından başarısızlığa mahkum bir entelektüel yaklaşımın belirtisini taşır.
Makalenizde dile getirdiğiniz hükümet motivasyonları, pragmatizm, güvenlik endişeleri, kurumsal rasyonellik ve tarihsel örnekler, siyasi sürecin görünür yüzeyini açıklayabilir, ancak yüzey, gerçekliğin son derece sınırlı bir parçasıdır. Siyasi alanın ancak devlet aygıtı ve ona karşıt aktörler aracılığıyla anlaşılabileceği varsayımı, modern siyaset biliminin en derin epistemik hatasıdır. Bu hata, yalnızca olayların eksik yorumlanmasına yol açmakla kalmaz, daha tehlikelisi, toplumun tarihsel ve ontolojik kapasitesini görünmez kılar.
Makalenizde kullandığınız tüm kavramlar, ulus devletin siyasal ontolojisini veri olarak alır. Oysa bölgedeki tüm krizlerin kaynağı tam da bu siyasal ontolojidir.
Bunun nedeni, kapitalist modernitenin yarattığı en nihai ve en katı hiyerarşik tahakküm biçimi olarak ulus devletin, toplumun yaşam enerjisini gasp etmesi üzerine kurulmuş olmasıdır. Barışın neden başarısız olacağını açıklamaya çalışırken, çok daha büyük bir tarihsel dönüşümü kaçırdığınızı görüyorum; Toplumun, modern devletin mantığının determinizminden kaçma ve kendi etik-politik varoluşunu yeniden kurma girişimi.
Analizinizin merkezindeki “başarısızlık” kavramı bile, istatistiki modernitenin dilinden miras alınan bir kategoridir. Bu kavram, toplumsal gerçekliğin zengin ve karmaşık diyalektiğini, gücün indirgemeci bir denklemi içine hapseder.
Bir süreç neye göre başarısız olur?
Devlete mi?
Güç dengesine mi?
Silahlı aktörlerin stratejilerine mi?
Yoksa toplumun tarihsel özyetkisine mi?
Barışın “başarısızlığını” devletin mantığı perspektifinden yorumluyor, ulus devletin yaygın ve kökleşmiş mantığının içinden konuşuyorsunuz. Bu mantığa göre, barış ancak devletin güvenlik paradigmasına uyduğu, devletin bekası endişeleriyle çatışmadığı ve hegemonik sürekliliğini tehdit etmediği ölçüde başarılı olabilir. Ancak toplumun etik-politik özü perspektifinden bakıldığında, barış devlet tarafından bahşedilmiş bir taviz değil, toplumun kendini yeniden kurmasının doğal sonucudur.
Buradaki ayrım, yüzeysel bir metodolojik farklılık değil, insanlığın, toplumun ve tarihin nasıl anlaşıldığına dair radikal bir ontolojik ayrımdır. Devleti tarihin ana aktörü ve toplumu devlet tarafından şekillendirilen bir alan olarak görüyorsunuz. Bu, devletin toplumsal rızayı sonsuza dek manipüle edebileceği ve tarihi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebileceği yanılsamasına dayanır.
Oysa toplum, devletten daha eski, daha derin ve daha dayanıklı bir ontolojik bütünlüktür. Devlet, tarihsel koşullar sonucu toplumsal varoluşa eklenmiş geçici bir örgütlenme biçimi, bir üst yapıdır. Modern devlet, kendi meşruiyetini tesis etmek için, bu kadim toplumsal varoluşu bürokratik aygıtının bir nesnesine dönüştürerek gizler ve bu gizleme eylemi, onun en büyük ideolojik başarısıdır.
Bu nedenle, makalenizdeki en temel sorun, barış süreçlerini devletin amaçlarının bir türevi olarak ele almanızdır. Oysa devletin amaçları, toplumun tarihsel dönüşüm dinamikleri karşısında her zaman ikincil kalır. Devletin kısa vadeli güç mantığı, toplumsal enerjinin uzun vadeli akışı içinde anlamsızlaşmaya mahkumdur.
Devlet aygıtı gücünü sürdürmek ister, bu doğrudur. Ancak bu arzu, toplumsal irade dönüştüğünde ve özgürlük arayışı somut pratikler içinde örgütlendiğinde, hatta devletin baskı araçları bile toplumsal meşruiyet kaybı nedeniyle işlevsiz hale geldiğinde etkisizleşir.
Modern ulus devletin krizi tam olarak buradan kaynaklanmaktadır. Toplum artık devletin üzerine inşa edildiği homojenleştirici, merkezileştirici, standartlaştırıcı, ataerkil ve sınıfsal tahakküm paradigmasına göre yaşamamaktadır. Bu paradigmanın dayattığı kimlikler, ekonomik düzenlemeler ve kültürel normlar derin çatlaklar vermiştir. Bu, sadece Kürt toplumuna özgü değildir. Ulus devlet dünyanın birçok yerinde aşınmakta, toplumsal özneler kimliklerinin çok boyutluluğu içinde yeni örgütlenme modelleri üretmektedir.
Analiziniz, bu büyük küresel geçişi Kapitalist Moderniteden – Demokratik Moderniteye geçişi göremediği için yalnızca devletin yüzeysel hareketlerine, siyasi manevralarına ve seçim hesaplarına bakmaktadır.
İstatistiksel modernitenin yarattığı epistemik sis tam da bu noktada devreye girer. Toplumsal özyetkinlik süreçlerini halkın kendini yönetme, yaşamı örgütleme ve etik normlarını tesis etme pratiklerini görünmez kılar, yerine devlet stratejilerini, hükümet niyetlerini ve bürokratik rasyonelliği ikame eder. Bu sis, makalenizde de merkezidir.
PKK’nin 2025 deklarasyonunu, örgütün hayatta kalma endişesiyle güdülen taktiksel bir manevra olarak yorumluyor, arkasındaki tarihsel toplumsal paradigmayı: Öz-Aşma (Devleti Aşma) felsefesini tamamen göz ardı ediyorsunuz..
Oysa örgütler tarihsel araçlardır. Toplum ise tarihsel öznedir. Araçlar zamanla dönüşür, işlev değiştirir veya var olmaktan çıkar. Ancak toplumun özgürlük arayışı, etik-politik varoluşun tarihsel kurucu gücü, araçlardan bağımsız olarak devam eder.
“Görevi Tamamlama” ifadesini teslimiyet olarak okumanız, modern siyaset teorisinin devlet merkezli ön kabullerine sıkı sıkıya bağlılığınızdan kaynaklanmaktadır. Bu paradigma, özgürlüğü devletin tanımladığı biçimsel haklarla sınırlar, toplumsal ontolojiden kaynaklanan özgürlüğün kurucu gücünü görmezden gelir.
Oysa özgürlük asla devlet tarafından bahşedilmez veya bağışlanmaz. Özgürlük, devletin tahakküm alanı dışında, kolektif yaşamın meşruiyet alanında, toplumsal örgütlenme ile tesis edilir.. Demokratik Modernite ile kastettiğim tam olarak budur. Özgürlüğü devletin sınırları içinde aramak yerine, devleti aşan ve onu ikincil bir olguya indirgeyen, çok merkezli, ekolojik ve kadın özgürlüğüne dayalı bir toplumsal ontoloji geliştirmek.
Analizinizde eksik olan, bölgenin dönüşümünü belirleyen asıl güç, budur: kolektif öznelliğin, halkların bir arada yaşama ve kendilerini yönetme iradesinin yeniden kurulmasıdır. Toplum, Jineoloji (Kadın Bilimi) ışığında etik-politik bilincini yeniden kurduğunda, devletin baskısı etkisini kaybeder. Devlet ancak toplum zayıf, parçalanmış, örgütsüz ve siyasetten arındırılmış (de-politize) olduğunda güçlü görünür.
Bu nedenle, barışın “başarısı” veya “başarısızlığı” devletin konumuyla değil, toplumun dönüşme iradesi, örgütlenme düzeyi ve özyönetim kapasitesiyle belirlenir.. Eğer bir toplum, kendi örgütlenmesini, kültürel bilincini, etik-politik özünü, yerel meclislerini ve komünal ekonomisini inşa ederse, devletin barışı sabote etme girişimleri ve kısa vadeli siyasi hesapları uzun vadede başarısız olmaya mahkumdur.
Makalenizdeki en büyük eksiklik, toplumu yalnızca siyasi aktörlerin etkileşimleri ve güç mücadeleleri üzerinden tanımlamanızdır. Oysa toplum, siyasetin çok ötesinde bir varlıktır; derin bir tarihsel bellek, katmanlı bir kültürel kimlik, etik-politik bir bilinç ve sürekli kendini yeniden üreten bir ontolojidir. Ulus devletin yükselişi, bu toplumsal varoluşu bürokratik bir aygıtın nesnesine, ulusun homojenleştirilmiş figürüne dönüştürmüştür.
Demokratik Modernite ise tam tersine, bu nesneleştirmeyi tersine çevirir; toplumu yeniden özneleştirir ve binlerce yıllık kadim uygarlık mirasını canlandırır. Barış süreçleri de bu yeniden-özneleştirmenin bir ifadesi, toplumsal iradenin kendi zamanını geri alma girişimidir. Eğer toplum yeniden özneleşiyorsa, tüm devlet engellemelerine rağmen barış olasılığı artar. Çünkü toplum uzun vadede devletten daha güçlüdür. Felsefi, tarihsel ve ontolojik olarak daha güçlüdür ve bu gücün kaynağı komünal yaşamın sürekliliğinden gelir.
Gunter, makalenizde geçmiş barış süreçlerinin başarısızlığını, mevcut sürecin de başarısız olacağının kanıtı olarak gösteriyorsunuz. Bu, tarihin doğrusal işlediği, devlet aktörlerinin aynı kaldığı, toplumsal sosyolojinin değişmediği ve zamanın mekanik olarak kendini tekrar ettiği varsayımına dayanır.
Oysa hiçbir toplumsal süreç doğrusal değildir. Tarih, devrimci süreçlerde deneyim, acı ve bilinç birikimi yoluyla sıçramalar yapar. 2013-2015 süreci ile 2025 süreci aynı değildir. Çünkü o süreçteki toplumsal özne ile bugünün toplumsal öznesi aynı değildir. Toplumsal özne dönüştüğünde, kolektif bellek derinleştiğinde ve örgütlenme yatay düzlemde yayıldığında, süreç de dönüşür. Bu derin dönüşümü göremediğiniz için, tarihin kendini tekrar edeceğini varsayıyorsunuz. Oysa tarih, kendini tekrar etmeyen bir alandır. Özellikle........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin