Öteki Sinema Yazarlarının 2025 Yılı Keşifleri
Vay be, dile kolay! Keşifler listemizi 2008’den beri her yılın sonunda düzenli olarak yayınlıyoruz ve sıra geldi 18. listemize… Öteki Sinema yazarlarının bütün bir yıl boyunca izledikleri filmler arasından, yapım yılı gözetmeksizin seçtiklerinden oluşan geleneksel keşifler listemizi okurlarımızla paylaşmak, bizi her seferinde heyecanlandırıyor. “İzlemediğiniz her film, yeni filmdir” sloganımız eşliğinde Öteki Sinema Yazarlarının 2025 Yılı Keşifleri listemizi ilginize sunuyoruz. İyi keşifler…
Not: Listeler, yazarların gönderme sıralarına göre sunulmuştur.
The Black Tavern (1972): King Hu’nun Dragon Inn’i (1967) en sevdiğim wuxia’lardan biridir. Sonrasında birçok film, neredeyse tamamı tek mekânda (bir hanın içinde) geçen Dragon Inn’e öykünerek çekilmiştir. Wing-Cho Yip’in yönettiği The Black Tavern’in, bu klonlar arasında en iyilerden biri olduğunu duymuştum. Nihayet filmi bu yıl izleyebildim ve evet, söylenenler haklıymış. King Hu klasiğinin ana çatısından neredeyse “kopyala yapıştır” düzeyinde etkilenmiş olsa da The Black Tavern, kimi yönlerden farkını ortaya koyarak tek başına ayakta durabilmeyi başarıyor ve diğer klonlardan farklı bir yerde durduğunu avaz avaz ilan ediyor. Evet, aslı gibi etkileyici dövüş sahneleriyle öne çıkıyor ama dönemin alametifarikası (ya da King Hu liderliğindeki modası) olarak görülebilecek Çin’in geleneksel danslarını temel alan estetikten uzak duruyor. Yani o dönem sıkça görülen dövüş güzellemesinden uzaklaşarak dövüşleri, yine fantastik ama daha çiğ bir seviyede tutuyor ve daha da önemlisi bol kanlı ölüm sahnelerindeki şiddet seviyesini şaşırtıcı biçimde tepe seviyelere getirmekten hiç çekinmiyor. Hâlâ favorim Dragon Inn ama The Black Tavern de meraklısının muhakkak izlemesi gereken, önemli bir wuxia. Bu arada filmde Jackie Chan’in de çok kısa sayılabilecek bir rolü olduğunu da ekleyeyim.
La Traque (1975): Fransa’dan çok ilginç bir gerilim. Özetini okuduğunuzda sıradan bir tecavüz-intikam filmi gibi görünen, hatta olay örgüsü de aynı minvalde devam eden La Traque, getirdiği toplumsal eleştiriyle bütün değer yargılarını teraziye koyan, şaşırtıcı, beklenmedik derecede çarpıcı bir film. Yönetmen Serge Leroy’un başka işini izlemedim ama bu filmde yakaladığı seviyenin çok azını bile diğer işlerine sıçratabilmişse izlenmeye değer bir filmografi keşfedilmeyi bekliyor demektir.
The Terrornauts (1967): Bu artık bir ritüele dönüştü. Her sene muhakkak birkaç eski tarihli bilim kurgu izliyorum. Seçim yaparken tek önceliğim “daha önce izlemediğim” şartına uyması. Bilim kurgu sineması tarihi açısından önemli sayılan filmlerin hemen hepsini her sinefil gibi izlediğim için bu ritüel neticesinde karşıma nadiren çok iyi filmler, sıklıkla gerçekten çok kötü ya da fena değil ama tatsız tuzsuz, yavan filmler çıkıyor. Ama en çok “o kadar kötü ki çok iyi” filmlere denk geldiğimde seviniyorum ki 2025’te bu kategoride karşıma çıkan en eğlenceli film The Terrornauts oldu. Montgomery Tully’nin yönettiği, meşhur İngiliz şirketi Amicus yapımı The Terrornauts, resmen daha iddialı oldukları başka bir bilim kurguyla (They Came from Beyond Space, 1967) beraber gösterilsin diye çekilmiş ve bu yüzden yapım şirketi tarafından hiç önemsenmemiş, aşırı ucuz bir film. Basit bir sit-com gibi başlıyor, Contact’tekine (1997) benzeyen bir gelişmeyle aşırı garip bir ortama sürükleniyor, sonrasında ise Armageddon (1998) ve benzeri filmlerdeki gibi aralarında bilim insanlarının yanı sıra sıradan insanların da olduğu bir grubun dünyayı kurtarma çabasına dönüşüyor. Aslında film, içinde bazı iyi fikirler barındırıyor ama aşırı ucuzluktan dolayı bunların hiçbirini yeterince değerlendiremiyor ama art arda gelen aşırı saçmalıklar yüzünden fazlasıyla eğlenceli bir hale bürünüyor. Hatta yer yer Star Trek’in (1966-1969) ilk sezonuna ait bölümlerden birini izliyormuş gibi bir tat almak da mümkün. Sinema tarihinde kazı yapmayı sevenler için müthiş bir keşif.
Clearcut (1991): Her yılın sonunda yayınladığım en iyi korku filmleri listemi olabildiğince geniş çapta bir havuz içinden seçip hazırlayabilmek için elimin ulaştığı iyi kötü bütün korku filmlerini izlemeye gayret ederim. Bu yolculuk esnasında karşıma çıkan Seeds (2024), belki listeye girmeyi başaramadı ama en büyük esin kaynağı olarak gösterilen Clearcut (1991) ile tanışmamı sağladı. Bugüne kadar nasıl gözümden kaçtığını anlamadığım Clearcut, yerli halkın topraklarını işgal eden acımasız kereste şirketine karşı yasal yollardan mücadele eden yerlilerin beyaz avukatı Peter’ın bölgeye gelmesiyle beraber gelişen olayları anlatıyor. Hukuk yardımıyla adaleti sağlayabileceğini düşünen Peter’ın görüşleri, efsanevi Graham Greene’in canlandırdığı Arthur isimli yerliyle tanışmasından sonra bambaşka yerlere savruluyor. Peter Weir’ın The Last Wave’inden (1977) de açık izler taşıyan Clearcut, halkın değil de güç odaklarının yanında duran kolluk kuvvetlerinin ve hükümetlerin koruması altında dokunulmaz kılınan sermayenin doğayı acımasızca katletmesi ve bu katliama dur demeye çalışan yerlilerin karşılaştığı zulüm hakkında tartışmalı çözüm önerileri sunarak cevaplaması zor sorular soruyor.
The Blue Elephant (2014): Uluslararası dolaşıma girdiğinden beri olumlu eleştiriler alan The Blue Elephant, çok uzun zamandır izleme listemde yer alıyordu. Nihayet bu yıl izleme şansına eriştim. Son 20-30 yıldır Ortadoğu’dan oldukça ilginç tür filmleriyle karşılaşıyoruz. Bu akımın içine rahatlıkla yerleştirilebilecek Mısır yapımı film, Ahmed Mourad’ın aynı adlı çoksatan romanından uyarlanmış. Karısı ve kızının ölümüyle inzivaya çekilen psikiyatrist Dr. Yahya, beş yıl sonra işine geri döner ve yakın arkadaşı psikiyatrist Dr. Şerif’in karısını vahşice öldürdükten sonra akıl hastanesine kapatıldığını öğrenir. Şerif ile ilgilenmeye başlayan Yahya, cinayetin ardındaki gizemi çözmeye çalışır. Aynısı değil ama Shutter Island’dakine (2010) benzer bir belirsiz ortam yaratan film, neyin gerçek, neyin hayal ürünü olduğu konusunda sağlam şüpheler yaratmayı başarıyor. Sonuna kadar heyecanla izlenen, sıkı bir muamma. Filmin The Blue Elephant 2 (2019) adlı bir devam filmi de var. İşin komiği geçtiğimiz yıllarda bu devam filmi Netflix’te vardı, ilk filme henüz ulaşamadığım için izlememiş ama izleme listeme almıştım. İlk filmi en sonunda bulup izledikten sonra baktım, devam filmi Netflix’ten kalkmış. Şimdi de devam filmini bulup izleyeceğim günü bekliyorum…
Sinema, her yıl olduğu gibi, bu yıl da konfor alanımızın dışına, varoluşun en zorlu sınırlarına doğru iten bir keşif yolculuğu sundu bizlere… 2025 yılını kapatırken, benim bu yılki sinema yolculuğumda karşılaştığım ve ben de bazen konusu ile bazen de biçimsel tercihleri nedeniyle derin izler bırakan, keşif defterimde yer alan ve mutlaka izlenmesi gereken çarpıcı yapımlardan bazıları şunlar.
Barzakh (2011): Bu yıl beni en çok sarsan filmlerden biri, Litvanyalı yönetmen Mantas Kvedaravicius’un Barzakh adlı yapımı oldu. Film, Çeçenistan’da kaybolan bir adamın ardından açılan derin sessizliği merkezine alıyor. Cami minarelerinin hemen yanı başında yükselen işkence merkezleri, insanların gündelik hayatına sızmış bir gölge gibi dururken, kayıpların aileleri çelişkili ve kopuk bilgilerle baş etmek zorunda kalıyorlar. Ne yazık ki, devletin açıklamalarıyla falcıların sözleri arasındaki uçurum, gerçeğin yerini daha da belirsizleştiriyor. Barzakh, Sufi inancındaki yaşamla ölüm arasındaki eşik olan berzah kavramını, günümüz siyasi şiddeti ve toplumsal acılarıyla buluşturuyor ve ortaya çok katmanlı, yoğun bir anlatım ve izlenmesi zor bir deneyim çıkarıyor. Genç yaşta hayata veda eden Kvedaravicius’un bu filmi, yalnızca bir kaybı değil, yokluğun bıraktığı ağır ve görünmez mirası da gözler önüne seriyor. Bu yokluk, yönetmenin 30 Mart 2022’de savaşın ortasında Mariupol’da öldürülmesi ile ilgili derin bir boşluk hissini de hissettiriyor. Gencecik bir yönetmen, antropolog, arkeolog ve akademisyen olan Kvedaravicius’un bu erken ve trajik kaybı, onun Çeçenistan’daki kayıplarla ilgili tezi ve filmlerinde işlediği temaları, ne yazık ki kendi hayatının acı bir kehaneti haline getiriyor. Savaş altında sıradan yaşamın ve direnişin sessiz tanıklığını yapan Mariupolis ve son filmi Mariupolis 2 adlı belgesellerini de mutlaka öneririm.
Bombay Beach (2011): Alma Har’el’in Bombay Beach belgeseli, Amerikan Rüyası’nın çöküşünü ve unutulmuş bir topluluğun yaşamını şiirsel bir dille aktarıyor. Filme konu olan mekan, Kaliforniya’daki Salton Sea, 1950’lerde bir tatil cenneti olarak tasarlanmış, ancak bugün burası, çökmüş restoranları ve butikleriyle hayalet bir kasabaya dönüşmüş. Burası, bir zamanların parlak Amerikan Rüyası’nın terk edilmiş ve kırık bir aynası olarak filmde ortaya çıkıyor. Belgeseli farklı kılan yan, bence Har’el’in biçimsel tercihleri. Film, geleneksel anlatımın sınırlarını aşarak, gözlemci belgesel ile koreografili dans ve şiirsel montajı birleştiriyor. Beirut grubunun özel besteleri ve Bob Dylan şarkılarıyla desteklenen atmosfer, filmin rüya gibi, melankolik dokusunu güçlendiriyor. Dans sahneleri ve düşük alan derinliğiyle çekilmiş görüntüler, karakterlerin iç dünyalarını ve toplumsal gerçekliği duygusal bir dille ifade ederken aynı zamanda kalbe de dokunuyor.
Caniba (2017): Bu yılın beni en çok sarsan yapımı, Verena Paravel ve Lucien Castaing Taylor’ın yönetmenliklerini üstlendikleri Caniba. Film, insan varoluşundaki yamyamca arzunun rahatsız edici anlamını, katil ve yamyam, sadist Issei Sagawa ve mazoşist kardeşi Jun Sagawa’yı merkezine alarak anlatıyor. Film Yuhanna İncil’inden bir alıntı ile başlıyor. “Gerçekten, gerçekten size diyorum ki, insanoğlunun etini yemez ve kanını içmezseniz, içinizde yaşam yoktur. Benim etimi yiyen, ve kanımı içen, bende kalır ve ben onda kalırım.” Hıristiyanlıkta İsa’nın bedeninin ve kanının ruhsal yaşamın kaynağı olarak yorumlandığı bu pasaj, mecazi anlamda birleşmeyi ve ruhsal bağlılığı ifade ederken Caniba, bu metaforu tersine çevirerek, sembolik olanı gerçek ve şiddet içeren bir eylemin bağlamına yerleştiriyor. Böylece izleyici, etik ve ahlaki gerilimle doğrudan yüzleşiyor. Bu yüzleşme, filmi izleyicinin kendi ahlaki “berzahı” haline getiriyor. Sembolik olanın gerçeğe dönüştüğü yerde, konfor ve etik sınırları da epeyce zorlanıyor. İzlerken yoğun bir tiksinti hissettiğim Caniba, biçimsel tercihleri ile sıradan bir belgeselden çok daha fazlasını sunuyor. Görsel ve işitsel olarak yalnızca bir tüketim değil, bir deneyim fırsatı veriyor. İnsan doğasının karanlık yönleriyle yüzleşmeye davet eden film, dışavurumun sınırlarını zorlayan teknikleriyle hem şaşırtıyor hem de derin bir içsel sorgulama sağlıyor. Bu deneyimi destekleyen Harvard Sensory Ethnography Lab (SEL) yaklaşımı (geçen yılki keşif listemde ikilinin bir başka filmleri Leviathan’ı (2012) da önermiştim), geleneksel belgesel anlayışını genişleterek duyularla deneyimlemeyi ön plana çıkarıyor. SEL’in felsefesi, sahnede yalnızca anlatı veya konuşan kafalara odaklanmak yerine, mekan, duyular ve insanın varoluş haline dikkat çekiyor. Caniba da bu bakışı benimseyerek, izleyiciyi hisle, rahatsızlıkla, empati ve etik gri alanlar üzerinden düşünmeye davet ediyor. Sinemadan yalnızca eğlence değil, derin bir deneyim arayan izleyiciler için bu tür duyusal ve etik açıdan güçlü filmler oldukça kıymetli.
Was Marielle Weiss (2025): Üç belgeselin ardından dördüncü keşif filmim bu yılın Berlinale gösterimlerinde izlediğim ince mizahıyla ve zekice kurgusuyla beni etkileyen Frederic Hambalek’in filmi. Film, aile ve evlilik ilişkilerini, her şeyi gören bir çocuğun gözünden anlatıyor. Julia ve Tobias dışarıdan mükemmel bir çift gibi görünseler de, kızları Marielle bir gün en yakın arkadaşından tokat yediğinde hayatları tamamen değişir. O andan itibaren Marielle, telepatik güçler kazanır ve anne babasının gizli davranışlarını görüp duymaya başlar. Annesinin ofisteki flörtleri, babasının iş yerindeki iddialarının arkasındaki gerçekler açığa çıktıkça, sözde sakin aile hayatı suçlamalar, kırgınlıklar ve manipülasyonlarla dolu bir karmaşaya dönüşür. Film, mizah ve dramatik gerilimi başarılı bir şekilde harmanlayarak, karakterlerin içsel çatışmalarını ve aile içi güç dinamiklerini ortaya çıkarıyor. Julia Jentsch ve Felix Kramer, giderek absürtleşen ebeveyn rollerini son derece doğal ve inandırıcı bir şekilde canlandırıyorlar. Marielle’in sürekli gözetimi altında, çift hem birbirlerini hem de kızlarını etkilemeye çalışıyor; ancak açığa çıkan sırlar ve güvensizlikler onarılamaz bir hale geliyor. Hikaye zaman zaman doruk noktasına tam olarak ulaşmasa da, film hem komik hem dokunaklı sahneleri ve Berlinale’nin o özel karlar altındaki atmosferiyle izleyicide kalıcı bir etki bırakıyor.
Bildiğin Gibi Değil (2024): Son keşif filmim de üç kardeşin, babalarının kaybının ardından farklı yönlere savruluşunu ve yas sürecinde birbirleriyle olan ilişkilerini merkeze alan Vuslat Saraçoğlu filmi. Film, kardeşlerin geçmişe dair anılarını, çatışmalarını ve aralarındaki karmaşık duygusal dinamikleri samimi ve derin bir şekilde ele alıyor. Aile bağları ve bellek üzerinden ilerleyen anlatımı, izleyiciyi hem düşündürüyor, hem de anlatı ile duygusal bağ kurmaya davet ediyor. Serdar Orçin, Alican Yücesoy ve Hazal Türesan, her biri kendi karakterinin çok katmanlı duygularını sahneye olağanüstü bir gerçeklikle taşıyorlar ve karakterinin kırılganlığını, içsel çatışmalarını ve samimiyetini öylesine doğal bir biçimde yansıtıyor ki, sahnelerdeki her bakış ve mimik izleyicide neredeyse dokunulabilir bir gerçeklik hissi uyandırıyor. Vuslat Saraçoğlu, çok yönlü bilgi ve becerisi ile sinemanın akademik bilgisini ustalıkla pratiğe aktaran ve incelikle kurulan bir sinema dili inşa eden genç bir yönetmen olarak öne çıkıyor. Onun bakışı, özellikle kadın yönetmenlerin sektördeki varlığının önemini bir kez daha hatırlatıyor. Farklı perspektifler, hikayelere hem duygusal hem entelektüel bir derinlik kazandırıyor ve Saraçoğlu dürüstlükle, tertemiz bir iş çıkarıyor. Film boyunca karakterlerin samimiyetine, mekanların anlatıya kattığı özgüllüğe ve diyalogların doğal ritmine özen gösterilmesi, yönetmenin bu işin matematiğini ne kadar iyi bildiğini ve sahiciliği izleyiciye geçirebilme becerisini ortaya koyuyor. Saraçoğlu, bu titiz ve dengeli çalışmasıyla, izleyicinin sadece bir hikayeye değil, aynı zamanda derin bir sosyolojik gözleme de tanıklık etmesini sağlıyor. Filmde üç kardeşin araba içerisinde bangır bangır söyledikleri kareyi çok seviyorum. İbrahim Erkal’ın şarkısı Unutmayacağım’a bir de video çekmişler. Ben çok keyifle dinledim.
Bu yoğun ve zorlayıcı keşiflerin ardından, yeni yılın bize, tıpkı sahnelerdeki küçük ama kalbimizi ısıtan jestler gibi, güzellikler getirmesini diliyorum. Zira sinema, en karanlık gerçeği gösterse bile, sonunda daima insan ruhunun bir yerlerde direndiğini fısıldıyor.
Kocaman bir yılı daha geride bırakıyoruz. 2026’ya girdiğimiz an gökyüzünde uçan arabalar belirmeyecek olsa da yeni bir yıla girmek, yeni bir portala geçme hissi yaratıyor. Eminim hepimiz bu yıl bir sürü şey keşfettik. Cilt alt tonumuzun nötr olduğunu, akapella sevmediğimizi, parayı elimizde tutamadığımızı, trileçenin bir Meksika tatlısı olduğunu… Bunun gibi şeyler. Ben de, hepimiz gibi, filmler ve diziler keşfettim. (Keşifler listesinde dizi paylaşan tek yazar olduğumu da keşfettim.) İşte onlardan seçtiğim beşli. Bir de kendime bu sene daha kısa yazacağıma dair söz verdim. Acaba başarabilecek miyim?
Frankenstein (2025): Guillermo del Toro’nın fetüs fanuslarından, solungaçlı canavarlarından, korkutucu azizlerinden, yalnız çocuklarından oluşan dünyasını çok seviyorum. Onun estetiği, çürümüş olanla güzeli aynı karede göstermek. Hep bir Frankenstein filmi yapmak istemiş ve sonunda onu kendi gotik, zarif, kanlı tarzında yaratmış. Filmden o kadar etkilendim ki hemen gidip kendime, canavar gibi bir “Jacob Elordi – Frankenstein” tişörtü aldım. 🫀
John Candy: I Like Me (2025): Bence de sevilesi birisin John Candy. Bu belgeselle bunu daha iyi anladım. Ne kadar iyi bir insan olduğunu. Aynı zamanda ne kadar kırılgan ve eğlenceli........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Daniel Orenstein