“Gitmişti makama arz-ı hal için

“Bey” dedi, yutkundu, eğdi başını

Bir azar yedi ki oldu o biçim

“Şey” dedi, yutkundu, eğdi başını

Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı

Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı

Bir baktı konağa alttan yukarı

“Vay” dedi, yutkundu eğdi başını”

(Abdurrahim Karakoç)

PERŞEMBE

-1-

Kapitalizmin bir din olduğunu öne sürüyordu Walter Benjamin. Bugün Müslümanların yapıp ettiklerine baktığımız zaman, fiiliyatları ve düşünceleri ile İslam’ı, kapitalizm dininin yörüngesine çekmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlar. Dünyanın artık hiç bitmeyeceği duygusu, düşüncesi öyle hâkim olmuş ki adeta “hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya hemen ölecekmiş gibi ahirete çalışın” düsturunun sadece ilk bölümünü uygulamaya koymaktan, ikinci bölümünü ihmal etmekten imtina edilmiyor. Her şeyin sonu için bir tahayyülleri var ama kapitalizmle o kadar barışıklar ki onun sonunu tahayyülü bırak, dile gelmesi bile linç vesilesi olabiliyor.

Bu süreç gittikçe Müslümanlar için tehlikeli bir hastalık haline geliyor. Bütün bütün iradesini kaybetmiş, dünyaya bir teklifi olması mümkün olmayan sadece kullanışlı bir aparat haline gelmek elbette akıl sahipleri için bir züldür. Bugün konjonktür denen ve trajedileri tek gerçek kabul edip bütün varlıklarını bu trajedilerinin üzerine inşa etmekten imtina etmeyen bir topluluk için üretilmiş rıza kapılarını korumak her türlü ulvi görevden daha kıymetli olacaktır. Haliyle bir şahsiyet inşa edemeyenler için karakter yitimi olağan bir haldir.

-2-

Bugün Gazze’de yaşananlar, tüm Müslümanlar için bir turnusol vazifesi görmektedir. Bir yanıyla sanki dertleniyormuş gibi yaparak ama diğer taraftan da meseleye doğrudan etki edecek hiçbir girişimde bulunmayan insanların konjonktürden beslendiklerini ve bu beslenmenin nasıl bir zehirlenmeye neden olduğunu en açık şekliyle göstermektedir. Bir insan evladı çıkıp da iktidarı haklı bulmak için, nasıl diyebilir ki “onların da haklı gerekçeleri olabilir.” Hangi haklı gerekçe bir soykırımı, bu denli büyük bir zulme sessiz kalmayı haklı çıkartabilir. İşte bugün istikamet dediğimiz şeyin nasıl önemli bir ayar merci olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.

Erbakan Hoca’nın da dediği gibi; “Kökü çürümüş ağacın yaprağını yıkamakla o ağaç tedavi olur mu? O işin kökü bozuk, kökü, kökü, kökü… Bunu Saadet Partisi’nden başkası düzeltemez.” Şimdi AKP’nin ve onun yancısı olarak yol verilen partinin yapraklarını yıkamakla meşgul olan insanlara bakıp acıma duygusu bile içinizden gelmiyordur. Ki haklısınız da ama kim ki böylesi kritik vakitlerde ambara darı taşımayı bir kenara bırakın, ambarda var olan darıları çürütmeye çalışıyorsa onlara karşı agâh olun.

Ortalıkta dolaşıp, Erbakan Hoca, Millî Görüş edebiyatı yapıp onları birer hikâyeye kim dönüştürüyorsa onlara da kulak asmayın. Saadet’i olmayanın ne Millî Görüş’ü ne de Erbakan Hoca’sı olabilir. Pasta, kek ve çay eşliğinde Erbakan demenin, Millî Görüş demenin komikliği kadar hiçbir şey komik olamaz. Siz hepiniz çok iyi biliyorsunuz ki Erbakan Hoca, bu tür şeylere hiçbir zaman prim vermemiştir. Amaçsız, hedefsiz yapılan her iş batıldır. Sadece dedikodu yapıp kendini avutanların da aldandığı güncel yanılgıları gün gelip onları da utandıracaktır. Çalışan, gayret eden ve emek veren ve bu şekilde değer üreten herkes kıymetlidir. Emek ürünü her adım saygıdeğerdir. Ambara darı mı taşıyacaksın yoksa ambardan darı mı aşıracaksın, karar ver! Bir de unutmayın; Millî Görüş duayeni diye bir şey yoktur. Kendine duayen dedirttiren ancak boş bir tenekedir. Millî Görüş’ün emektarı olur, emeklisi olmaz. Millî Görüş’ün emektarı da her daim karargâhına bağlı bir şekilde işler ve ışıldar. Tenekeler ise boyasını kaybettikçe, eskidikçe çatırdar, boş boş ses çıkartır.

CUMA

“Bize göre kendi kendini yönetme hakkı, diğer haklar gibi bir temel haktır. Kendi kendini yönetme hakkı da diğer haklar gibi devredilemez. Bundan dolayı merkezi yönetimlerin veya yerel yönetimlerin görevi halkı yönetmek olamaz, olmamalıdır. Onların görevi, bireylerin tek başına yapamayacakları ortak hizmetleri yapmaktır. Onun için görevlendirilirler ve hizmetleri karşılığında bir ücret alırlar.

Bunlara ‘kamu görevlileri’ demek daha doğru olur. Yaptıkları iş de devlet işi değil, kamunun ortak işleridir. Tıpkı evimizdeki işler gibi. Evimizdeki bir işi tek başımıza yapamıyorsak ücretli bir yardımcı tutarız. Yardımcı verilen görevi yapar, ama bizi idare etmez. (…) Yerel ve merkezi yönetimleri, bizi yönetmeleri için seçmiyoruz, yönetme hakkımızı elimizde tutarak, onları ortak hizmetlerimizi yapmak üzere görevlendiriyoruz. O halde görevleri yerine getirecek kadar da yetki ve imkân vermeliyiz.” (Bahri Zengin, On The Record, syf. 23)

CUMARTESİ

Bugün toplumu kasıp kavuran en önemli konunun “yoksulluk” olduğunu hep birlikte söyleyebiliriz. Çünkü çarşıda, pazarda, sokakta, evde her yerde ortak konu “geçim” oluyor. İnsanları kara kara düşündüren nasıl olacak, nasıl düzelecek ve ne yapacağız soruları ve de toplumu birbirinden hızla uzaklaştıran eşitsizlikler en can alıcı gündem maddesi olmaya devam ediyor. Zira eşitsizlikler sadece kimin ne kadar para kazandığını belirlemediği gibi sosyal hayatın her kalemine kadar sirayet eden tüm konuları içeriyor. Evlerimizi, çocuklarımızın oyuncaklarını, sofralarımıza koyduğumuz ya da koyamadığımız ürünleri, çocukların okullarına hangi şartta gittiğinden nasıl hazırlandıklarına, aldıkları eğitime ve kalitesine varana kadar birçok konuda karşımıza çıkıyor. Hatta kimin kimle evlendiğine kadar gözle görülmesi kolay olmayan bir dolu alana sızıyor, izini bırakıyor. Böylesi bir konu nasıl olur da afaki kamplaşmaların gerisinde kalabilir?

Dikkatlice baktığımızda son yıllarda “yoksulluk” gerçeği, giderek derinleşip, boyut kazanıyor ve giderek çeşitleniyor. Ne tuhaftır ki bu denli sarsıcı bir konu aynı zamanda giderek görünmezleştiriliyor. Önceden bir merhamet ve paylaşma hatta toplumun farklı kesimlerinde “acıma” nesnesi olan yoksulluk, günümüzde giderek daha çok bir dışlama, korku, hatta nefret nesnesi haline gelebiliyor! Belki de yoksulluk bulaşıcı bir hastalık gibi algılanarak ürkütücü bir şey olarak araya mesafe ve maske konuyor. Toplumda yoksulluk çoğaldıkça yoksullukla ilgili olabilecek her türlü realite görünmezleştiriliyor ve adeta bir fanusa hapsedilmek isteniyor. Böyle yapıldıkça da her çeşit insani, vicdani refleksten soyutlanmış olunuyor. Haliyle yoksul da kendi yoksulluğunu görmemek için çeşitli kaçış kapıları buluyor. Öyle olmasa bir toplum bu kadar gayri meşru duruma sempati duyabilir mi? Bakınız fenomenler veya dolandırıcı tipler. Ya da bu kadar güç kutsanabilir mi? Ancak ve ancak kendini inkâr eden bir toplum bunu yapabilir.

PAZAR

Suriyeli iki kadın ve 5 çocuk dolmuşun arka beşlisinde günlük dilde Arapça kullanımları birbirine sorup, Türkçe karşılıklarını söyledikleri bir nevi pratik yapıyorlardı. Kendi hallerinde, hiç kimseye dokunmadan… Hastane durağında indiler. İner inmez başörtülü bir kadın açtı ağzını, yumdu gözünü. Kurban olduğum o kadar dolmuşun içinde nereden buldunuz bu dolmuşu. Beynim kulağım iflas etti. El artırarak isyanına devam etti. Başkaları da sessiz olsa da birtakım rahatsızlık emareleri gösterdiler. Kadına sormak istedim çocukların gürültüsü mü, oyunları mı yoksa dilleri ve kökenleri mi sizi rahatsız etti. Şayet gürültüden rahatsız olduysanız burnuna kadar tıklım tıkış dolu dolmuştaki en rahatsız edici gürültü o çocukların masum oyunlarıydı. Yok dillerinden ve varlıklardan dolayı rahatsız olduysanız sizin iyi bir tedaviye ihtiyacınız var. Tabii bunu diyerek bitkin dolmuş yolcusunu sosyolojik bir tartışmaya çekmek istemedim. Bir diğer konu tahammülsüzlüğün boyutu o kadar çok büyük ki endişe ettim. Dolmuştan küçük çocuğu ile inen kadının binmek için acele eden başka bir çocuklu kadınla girdiği dil dalaşı… İnen kadın ne söyledi duymadım ama binen kadın sanki birikmiş bütün öfkesini kadının üzerine boşalttı. Kadına insan olmadığını bile söyledi. Kadının taşıdığı örtü bu kadar şeyi alacak kadar siyasi bir şeyi simgeliyor muydu? Emin değilim. Birinin alışveriş poşetleri ile çıktığı AVM’ye, diğeri gidiyordu. Şöyle baktığında ikisi de ortalama benzer ekonomik sınıfa ait kimselerdi. İkisi de anneydi ve ikisi de güya çocuğunu düşünüyordu ama gel gör ki sergiledikleri tavır iki biçimsiz siyasi grubun birbirine çemkirmesinden başka bir şeye benzemiyordu. Durun siz aynısınız demek isterdim ama bu bölünmüş, tahammülsüz toplumun hıncını ve yorgun dolmuş yolcularının oklarını üzerime çekmek istemedim. Ama inadına beni çeken konular ardı ardına geliyordu. Dolmuş şoförü de inadına boşluk bırakmadan yavaş gidiyordu. Nihayet yorgunluk herkese iyice sirayet etmiş olmalı ki, derin bir sessizlik çöktü. Tıpkı ülke insanının sürekli içine içine susması gibi derin bir sessizlik… Hoşça bakın zatınıza…

QOSHE - Teneke tıngırtısı - Mehmet Biten
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Teneke tıngırtısı

15 1
03.03.2024

“Gitmişti makama arz-ı hal için

“Bey” dedi, yutkundu, eğdi başını

Bir azar yedi ki oldu o biçim

“Şey” dedi, yutkundu, eğdi başını

Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı

Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı

Bir baktı konağa alttan yukarı

“Vay” dedi, yutkundu eğdi başını”

(Abdurrahim Karakoç)

PERŞEMBE

-1-

Kapitalizmin bir din olduğunu öne sürüyordu Walter Benjamin. Bugün Müslümanların yapıp ettiklerine baktığımız zaman, fiiliyatları ve düşünceleri ile İslam’ı, kapitalizm dininin yörüngesine çekmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlar. Dünyanın artık hiç bitmeyeceği duygusu, düşüncesi öyle hâkim olmuş ki adeta “hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya hemen ölecekmiş gibi ahirete çalışın” düsturunun sadece ilk bölümünü uygulamaya koymaktan, ikinci bölümünü ihmal etmekten imtina edilmiyor. Her şeyin sonu için bir tahayyülleri var ama kapitalizmle o kadar barışıklar ki onun sonunu tahayyülü bırak, dile gelmesi bile linç vesilesi olabiliyor.

Bu süreç gittikçe Müslümanlar için tehlikeli bir hastalık haline geliyor. Bütün bütün iradesini kaybetmiş, dünyaya bir teklifi olması mümkün olmayan sadece kullanışlı bir aparat haline gelmek elbette akıl sahipleri için bir züldür. Bugün konjonktür denen ve trajedileri tek gerçek kabul edip bütün varlıklarını bu trajedilerinin üzerine inşa etmekten imtina etmeyen bir topluluk için üretilmiş rıza kapılarını korumak her türlü ulvi görevden daha kıymetli olacaktır. Haliyle bir şahsiyet inşa edemeyenler için karakter yitimi olağan bir haldir.

-2-

Bugün Gazze’de yaşananlar, tüm Müslümanlar için bir turnusol vazifesi görmektedir. Bir yanıyla sanki dertleniyormuş gibi yaparak ama diğer taraftan da meseleye doğrudan etki edecek hiçbir girişimde bulunmayan insanların konjonktürden beslendiklerini ve bu beslenmenin nasıl bir zehirlenmeye neden olduğunu en açık şekliyle göstermektedir. Bir insan evladı çıkıp da iktidarı haklı bulmak için, nasıl diyebilir ki “onların da haklı gerekçeleri olabilir.” Hangi haklı gerekçe bir soykırımı, bu denli büyük bir zulme sessiz kalmayı haklı çıkartabilir. İşte bugün istikamet dediğimiz şeyin nasıl önemli bir ayar merci olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.

Erbakan Hoca’nın da dediği gibi; “Kökü çürümüş ağacın yaprağını yıkamakla o ağaç tedavi olur mu? O işin kökü bozuk, kökü, kökü, kökü… Bunu Saadet Partisi’nden başkası düzeltemez.” Şimdi AKP’nin ve onun yancısı olarak yol verilen partinin yapraklarını yıkamakla meşgul olan insanlara bakıp acıma duygusu bile içinizden gelmiyordur. Ki haklısınız da ama kim ki böylesi kritik vakitlerde ambara darı taşımayı bir kenara bırakın, ambarda var olan darıları çürütmeye çalışıyorsa onlara karşı agâh olun.

Ortalıkta dolaşıp, Erbakan Hoca, Millî Görüş edebiyatı yapıp onları birer hikâyeye kim dönüştürüyorsa onlara da kulak asmayın. Saadet’i olmayanın ne Millî........

© Milli Gazete


Get it on Google Play