Daha Güzel Bir Yaşam Mümkün

“Bahar gelsin şu dağlara gideyim

Belki derdimize çare bir çiçek.

Toplayıp devşirip harman edeyim

Açılan yaramı sara bir çiçek.

Çünkü o da bir çiçeğin delisi

Kelebektir böceklerin alisi

Yeşil yamaç tabiatın halısı

Nakış dökmüş ara ara bir çiçek”

(Aşık Reyhani)

Salı

“Hepimiz birbirimizin, yaşamlarımızın çatlak ve aralıklarında yaşarız; her şeyi görebilseydik sanırım şaşkınlıktan dilimiz tutulurdu…” diye tarif ediyor Irish Murdoch, Ağ Kitabı’nda yaşamı. Böyle bakınca bu betimlemenin hayatımız içerisinde bir yerlere denk düştüğünü müşahede ediyoruz. Zamanın akışı içerisinde bu çatlaklarda sıkışıp, körleşip kaldığımız anlarda olmaktadır. Hatta bazen o çatlakları, aralıkları doldurmak için de birtakım çabalara gireriz. Ama yine de orada yaşamak bir çeşit güvenli ve huzurlu hali de vadediyor gibi.

Çoğunlukla sözler üzerinden birtakım açıklamalar, tanımlamalar yaparız. Hayatımızı, kendimizi ifade etmek için sözcüklere müracaat ederiz. Ama ne kadarı halimizin aynasıdır orası meçhul! Çoğunlukla sözlerdir aldatıcı olan eylemler ise nadiren burada içi dışı bir olmak hayatın gidişatı için önemli bir noktayı mimler. İnsanlar kavramları eğip bükebilirler, anlamlarını kendi çıkarlarına göre yontabilirler ama unutulmaması gereken bir nokta var ki o da bütün kavramlar yanlış kullanılsa bile sözcüklerin kendileri asla yalan söyleyemeyeceği gerçeğidir. Her ne olursa olsun gerçek/hakikat, öteye beriye çarpa çarpa yola devam edebilir. Çünkü hakikatin istikamet üzerine yürümek gibi bir fıtratı var. Bunu unutmamakta fayda var.

Çarşamba

‘Geciksen de yetiş!’ diyor yazar anlattığı bölümün başlığında. Ebu Heyseme’nin gecikmeli olarak Tebük seferine katılışını anlatıyor. İçinde yaşadığımız zaman diliminde dünyanın bizi bir ahtapot gibi sarıp sarmaladığı şu keşmekeşini gölgelikli bir hurma bahçesine benzetsek pek de yanılmış olmayız. Hepimizin her şey için o kadar çok bahanesi var ki, kendi hayatımıza çeki düzen bile vermeyi beceremeyişimizden sıyrılıp da bir şeyleri değiştirmeye, koşuşturmaya imkân oluşturalım. Erbakan Hoca’dan duyduğumuz bir söz olarak hatırlıyorum, ‘mazeretin karnı geniştir’ diye ifade ederdi. Galiba bizim de karnımız oldukça genişlemiş durumda. Bu genişliği fiziki olarak değil birçok mecazi manada da algılayabiliriz. ‘Bu sıcakta sefere mi çıkılır?’, ‘Bu dönemde bu iş yapılır mı?’ diye sorgulamaya başladığımız her iş, her eylem bizi bir hayırdan bir sevaptan, bir eylemden geri koyduğu gibi dünyanın albenisine doğru da göz kırparak çağırıyor. Bilmemiz gereken ve çokça unuttuğumuz bir şey var; şu hayatın debdebesinden, dünyanın nimet gibi görünen kimi yüklerinden sıyrılıp, sırf onun rızasına uygun hareket edebilmekte ‘hayat var’ gerçeğidir.

‘Dünya’nın nimetlerinden istifade etme’ mottosuna o kadar sarılıp sarmalanmışız ki sekülerliğin bizden hariç herkesi sardığı düşüncesi ile sürekli şikâyette bulunduğumuz (seküler bir hayat) bir hayatı yaşayıp; bu hayatı herkes için yaşanabilir bir hayat olarak lanse etmeye çalışıyoruz. Hakikat öyle mi? Elbette değil. Dünya’nın bizi cennete götürecek bir yolculuk olması gerektiği düşüncesini aklımızdan söküp atarak, bütün çizgileri geçilebilir olarak gördüğümüz bu hayat; bizi gerçekten o nihai noktaya eriştirebilir mi, böyle bir garanti mi var? “Size hayat verecek olan şeylere çağırdıkları zaman Allah ve Resulü’ne, onların emrine icabet edin” (Enfal, 8/24) çağrısı bizi çağırmıyor mu? Şimdi ağırlıklardan sıyrılmak, bize gaflete ve atalete sevk eden her şeyden uzaklaşmanın vaktidir. Çünkü zaman uçuyor. Hiçbir şekilde bizi bekleyeceğini garanti etmiyor. O vakit geciksek de yetişmek için gayret etmeyelim mi? Ne dersiniz?

Perşembe

‘Komşularımız nerede?’ geldiğimden beri bu soruyu soruyorum. Çünkü mahallelerdeki seçim yarışı çoktan başlamış bile. Duvarlara, dükkân camekânlarına asılan resimlere bakılınca ne kadar çok talibi var mahallenin diye düşünmeden edemiyor insan. Peki mahalleli nerede? Gitmeden önce yaşadığım Oğuzlar Mahallesi’nin çehresi o kadar değişmiş ki apartmanların çoğunluğu neredeyse işyerine dönüşmüş. Arada tek tük orijinalliğini koruyan yerler var. Simaların çoğunluğu da değişmiş, aşina simalar azınlıkta. Hele kafe ve restoranların sayısındaki artış ve trafik yoğunluğunun ara sokaklara taşmış olmasına bir taraftan bakınca iyiymiş gibi algılanabilir ama bu konar geçer kalabalığın getirisinden çok götürüsü olduğu kesin. Çok şükür on iki yıldır bana ve daha sonra da kardeşlerime komşuluk eden eski apartmanda işler yolunda gibi. Apartman yöneticisi Naile abla, bütün heybetiyle ben buradayım diyor. Diğer kiracılardan bir kısmı değişmiş ama mülk sahiplerinin hepsi yerli yerinde o da apartmandaki o komşuluğu kuvvetli tutuyor.

Gecen gün hastanelik bir durum oluşmuş, ayak üstü laflarken bana da hoş geldin, hâl hatır sordular. Birbirinden haberdar olmak, birbirine yetişmek ve dertlenmenin güzel bir örneğini gösterdikleri o ana tanık olmuş olmak bana komşularımızın nerede olduğunu sorgulattırıyor. Çünkü her yerde bu hali bulmak imkânsız gibi. Haliyle etrafı gözlemleyince soramadan edemiyorum; ‘Bu kadar insan nereden çıktı?’ ‘Ek işleri değil tek işleri’nin mahalle olduğunu söyleyen birbirinin benzeri sloganlarla bütün şehri donatan bu insanlar gerçekten kim? Bazılarının sloganları siyasi angajmanlarını çağrıştırıyor, bazılarınınki de mahalleyi değil de ülkeyi yönetecekmiş gibi büyük büyük söylemler içeriyor. Mesela bütün mahalleleri Murat’lar kazansa bütün şehirler herhalde muradına erecektir!

Böylesi zamanlarda şehir üzerine, şehirlerin yönetimi üzerine okumalar yapmak iyi geliyor. Aslında olması gereken ile olan arasındaki farkın nasıl açıldığını görmeye yarıyor. Her yerel seçim süreci nedense aklıma hep David Harvey gelir. Kitapları şöyle yeniden bir gözden geçiririm. Bir taraftan depremin seneyi devriyesi yaklaşırken diğer taraftan da yerel seçimlerin atmosferine her geçen gün daha yoğun bir şekilde girilirken elimdeki kitapta altını çizdiğim satırlar bir şeyler anlatıyor yine aslında: “Kentsellik, toplumsal olarak belirlenmiş bir artık-ürünün coğrafi yoğunlaşmasını gerektirir. Artık mal ve hizmetlerin coğrafi dolaşımı, insanların hareketliliği ve bir para ekonomisinde yatırım, para ve kredinin dolaşımı demektir bu. Böylece yaratılan bir mekân ekonomisi her tür ikame, inkıta, çöküş, kayma ve büyüme etkisine açıktır. Tek tek kentlerin ünleri ve önemleri büyük oranda artığın coğrafi dolaşımına göre konumlarına bağlıdır. Kentselliğin nitel özellikleri de benzer şekilde artık niceliğinin toplam artış ve düşüşünden olduğu gibi, artığın hangi oranda yoğunlaştırılabilir biçimde üretildiğinden etkilenir. Artığın coğrafi dolaşımında kaza, doğal afetler ve doğal süreçler gibi birçok nedenden dolayı aksamalar olabilecektir.” (Sosyal Adalet ve Şehir, Metis Yayınları syf. 224)

Bütün şehirleri donatan bu vaat rüzgârları hayatımıza ne kadar değiyor? Bizi bize ait olan gerçekliği ne kadar yakalayabiliyor? Gerçeğimiz aslında ne? Bütün bu kötü beton yığınları arasında yaşamaya mecbur muyuz? İnsansız, güvenden, huzurdan yoksun bir yaşamı niye kendimize reva görüyoruz ki? Neden başka bir yaşamın, başka bir şehir düşüncesinin daha iyi bir yaşamın mümkünlüğünü düşünemiyoruz? Tuhaf değil mi? Hoşça bakın zatınıza…

QOSHE - Okuma notları 4 - Mehmet Biten
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Okuma notları 4

19 0
11.02.2024

Daha Güzel Bir Yaşam Mümkün

“Bahar gelsin şu dağlara gideyim

Belki derdimize çare bir çiçek.

Toplayıp devşirip harman edeyim

Açılan yaramı sara bir çiçek.

Çünkü o da bir çiçeğin delisi

Kelebektir böceklerin alisi

Yeşil yamaç tabiatın halısı

Nakış dökmüş ara ara bir çiçek”

(Aşık Reyhani)

Salı

“Hepimiz birbirimizin, yaşamlarımızın çatlak ve aralıklarında yaşarız; her şeyi görebilseydik sanırım şaşkınlıktan dilimiz tutulurdu…” diye tarif ediyor Irish Murdoch, Ağ Kitabı’nda yaşamı. Böyle bakınca bu betimlemenin hayatımız içerisinde bir yerlere denk düştüğünü müşahede ediyoruz. Zamanın akışı içerisinde bu çatlaklarda sıkışıp, körleşip kaldığımız anlarda olmaktadır. Hatta bazen o çatlakları, aralıkları doldurmak için de birtakım çabalara gireriz. Ama yine de orada yaşamak bir çeşit güvenli ve huzurlu hali de vadediyor gibi.

Çoğunlukla sözler üzerinden birtakım açıklamalar, tanımlamalar yaparız. Hayatımızı, kendimizi ifade etmek için sözcüklere müracaat ederiz. Ama ne kadarı halimizin aynasıdır orası meçhul! Çoğunlukla sözlerdir aldatıcı olan eylemler ise nadiren burada içi dışı bir olmak hayatın gidişatı için önemli bir noktayı mimler. İnsanlar kavramları eğip bükebilirler, anlamlarını kendi çıkarlarına göre yontabilirler ama unutulmaması gereken bir nokta var ki o da bütün kavramlar yanlış kullanılsa bile sözcüklerin kendileri asla yalan söyleyemeyeceği gerçeğidir. Her ne olursa olsun gerçek/hakikat, öteye beriye çarpa çarpa yola devam edebilir. Çünkü hakikatin istikamet üzerine yürümek gibi bir fıtratı var. Bunu unutmamakta fayda var.

Çarşamba

‘Geciksen de yetiş!’ diyor yazar anlattığı bölümün başlığında. Ebu Heyseme’nin gecikmeli olarak Tebük seferine katılışını anlatıyor. İçinde yaşadığımız zaman diliminde dünyanın bizi bir ahtapot gibi sarıp sarmaladığı şu keşmekeşini gölgelikli bir hurma bahçesine benzetsek pek de yanılmış olmayız. Hepimizin her şey için o kadar çok bahanesi var ki, kendi hayatımıza çeki düzen bile vermeyi beceremeyişimizden sıyrılıp da bir şeyleri değiştirmeye, koşuşturmaya imkân oluşturalım. Erbakan Hoca’dan duyduğumuz bir söz olarak hatırlıyorum, ‘mazeretin karnı geniştir’ diye ifade ederdi. Galiba bizim de karnımız oldukça genişlemiş durumda. Bu genişliği fiziki olarak değil birçok mecazi manada da algılayabiliriz. ‘Bu sıcakta sefere........

© Milli Gazete


Get it on Google Play