“acı, takunyalar giyerek yürürdü yüreğimde
sevincinse tüyden ayakları vardı”
Ahmet Erhan

Sana, ‘Gülümse’ demekten korkuyorum. Gülünce, uyaklı bir hüzün düşüyor rengi kahveye redif olan gözlerinin kıyısından: Ağlamak zekâtıymış gibi her gülüşünün, giderken kırkta birini bırakıyorsun suskunluğunun ardından. Bir adam biliyorum, teselli kelimesini seviyordu sözlükte. Bilmiyordu ki tanınmayan acılar daha çok yorar insanı. ‘Donanım bulundu’ uyarısı verinceye kadar yayılırdı ağrısı mütemadiyen bedenine.

Yine o soğuk ses telefonunda: Kuzey yönüne doğru ilerleyin! Vazgeçtin. Sağdan ikinci çıkışa girin! Dediklerini yaptın, önün uçurum. Anlayın artık! Yolumu kaybettim diye hayıflanıyorsun. Rotanız yeniden belirleniyor… İrtifa kaybediyorsun, Allah için bir kuleniz yok mu? Bu şehirden aşağı atacağım kendimi, intihar değil bu boşuna heveslenmesin kendini vazgeçilmez sanan o sinsi uçurumlar diyorsun.

Belki bir gün, yine birinin evradı olursun her gün tekrarladığı; çakır bakışlısı, ağustos yangını. Kalbin yarı çıplak ev hali diyorlar ya hani. Saçlarında buğday başakları, antik bir çağa mecbur bırakır seni gözleri. Tuzla buz olur yarandaki kurdeşen. Resmigeçit töreni gibi geçip gider kahverengi gözleri, gözlerinin önünden.

Kim gitmemiş ki bu şehirden? Gitmek şehirlerin kaderinde var. Her ölen bizimdir her ölüm bize. Son çıkan ışıkları kapatmalı insanlık adına, heybemizdeki bütün acıların ortak adıysa hüzün. Kar yağar yeri yurdu olmayana, yağar kar en çok da gidecek adresi olmayana. Makas değiştiriyor dur durak bilmeden zaman, tarihi bir yalandır tren istasyonlarının kavuşturduğu.

Gömlek ustalarının piri Yakup; bana gömleğini yollama, gözüm kapalı da olsa seni bulurum demişti, kuyu güzeline. Her bir parçam şehrin ayrı bir kapısından koşarak gelir sana. Dört kitap yüz suhuf, bu şehir baştanbaşa senin kokun… Anladım ki: “İnnî leecidu rîhe Yusuf” diyerek nasıl da sevmişti oğulcuğunu, o gül ağacının on birinci tomurcuğunu.


Bahar nereden bilsin, açacak çiçekler içinde senin bir daha olmayacağını. Belki de bu yüzden solmanı görmek için ağustosun sonunu bekledi. Sırf bu yüzden Bülent Parlak, Ya Annesizler Günü’nde; “İşte o zaman anladım ki hayat, bulmaca çözenlerle ölümü bekleyenlerin arasındaki o ince çizgiden ibaret.” diyecekti.

Unutmak ne mümkün, Kûfe’nin vefa sarayına sitem eden Hüseyin gibi, “Kûfi la yûfî” diyen yaralı yürekleri. Hangi savaşçıdır anlayabilen, gözlerine sürme yerine Kerbela süren erkekleri. Bize Latinceyi öğrettiler ama Latifçeyi öğretmediler. Narenciye severiz de Narinceden bihaberdir dilimiz. Üstlerinde kuşlar için ekmek kırıntıları büyüyen ihata duvarları olmalıydı yaşadığımız kentte, duldalarında yalınayak kedi evleri.

İnsanı yabancılaştıran şey, bulunduğu yeri yadırgamasından çok yarasına dokunulmasındandır. Sonbaharda yaprakları dökülüyor diye hangi ağaç kızabilir ki gövdesinden tek tek düşen sararmış yapraklara. Bilir ki o yapraklar düşmese yenileri tünemeyecek dallarına. Bilir ki gıdasıdır o yaprakların bazıları; bundandır düşerler ağacın ayakucuna kimi de bazıları gibi savrulur gider haylaz bir rüzgârla bilinmez uzaklara.

İçine dâhil olmak istemediğin kalabalıklarla dolu sokaklar. Plakası henüz tespit edilemedi sana çarpan acının. Uçmak, bir kanadı olmaktan çok özgürlük ister, sen de biliyorsun. Yokluk mudur kimsesizlik? Varlık ümidin kılıcıdır, kuşanmasını bilene. Bir yerde okumuştum, ‘Ümit etmek ibadettir’ diye. Ümit ettikçe hep diri kalır insanın inayeti de ibadeti de.

Kalbinden baş aşağı düşüyorsun bazen, uçurumun dibini hiç düşünmüyorsun. Oysa istesen bir gülüşünle baştanbaşa güzelleştirirsin bu şehri, biliyorum. Bir de tehlike anında kırılacak cam lazımsa, oracıkta kalbini koyuyorsun ortaya. Dışına taşırmadan boyayacaksanız boyama kitabı olmaya da hazırım diyorsun ya; bu da bir şiirdir, biliyorum.

Ağustos bir uçurumsa kıyısı kayıp kimi kentlerde; unutmalı artık arzın merkezinde patlamalar olduğu yalanını, uzanmalı toprağın koynuna boylu boyunca. Yağmurla yürümek en büyük yalnızlıktır. Unut uzakları karanlıkta yürümeyi göze alamıyorsan. Kabul etmelisin artık, omuzumuzdaki yaralar yağmurdan değil, kâlû belâ’dan kalma.

Küçük dozlar halinde biçilmiş rolleri oynamakla yeni bir kimlik elde ettiğini sanarak iklim-i aşkta yer arar kendine insan. Oysa aşkına ortak koşan âşık, çoktan yolunu ayırmıştır aşkla. Kapılar olur, sokağa en çok da uzağa mahkûm eder insanı. Kapıların açılmak kadar kapanmak gibi alışkanlıkları da vardır: Nedenler toplar, niçinler alır, nasıllar bırakır ardında hiç durmaksızın.

Sen bir misillemesin aşka. Kalbinin kaldıramayacağı cümleler düşüyor ayakucuna. İflahı gayri kabil, masum bir isyansın sen, üstelik tek başına. Kayıp adreslerdesin, yemin edebileceğin bir asır arıyorsun sureta. Hangi kapıyı çalsan, hep yanlış Leylalar çıkıyor kapılara. Belki daha önce söylemeliydim bunu sana: Rehin bırakacak neyin kaldı kalbinden başka.

“Bombalar ne işe yarar?” diye sorma bana çocuk. Oyuncağından önce kalbini paramparça etmeye yarar nasıl diyebilirim sana. Bir çırpıda, evinizin tavanını ayaklarınızın altına sermeye, sek sek oynarken tökezleyip düşmenize yarar demek kolay mı sanıyorsun. Bana sorma çocuk, bombalar babasız bırakır çocukları ve çocuklar bir uçurum olur orada.

Kapılar gitmeye mecbur bırakır insanı, sevdalar sürgüne ve kuyular düşmeye. Özür dilerim sevgili çocuk, çok beklettim seni, tut elimden gidelim buralardan. En çok da sarıldığı yerden sancır insan. Sözüm sanadır, ey unutmak adlı kahraman: Unut artık beni çünkü uzun cümle kurmaz sol yanı yalnız kalan.

Sitem değil bu: Kanayan bir haritada, rolü ölmekten ibaret olan çocuklara yazılmış bir özür mektubunun asıl nüshasıdır, bin yıllık yitiğini kırılmış ezgilerin enkazında arayan.

The post Geç Kaldım, Özür Dilerim first appeared on İnsaniyet.
QOSHE - Geç Kaldım, Özür Dilerim - Hüseyin Çolak
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Geç Kaldım, Özür Dilerim

8 0
31.01.2024

“acı, takunyalar giyerek yürürdü yüreğimde
sevincinse tüyden ayakları vardı”
Ahmet Erhan

Sana, ‘Gülümse’ demekten korkuyorum. Gülünce, uyaklı bir hüzün düşüyor rengi kahveye redif olan gözlerinin kıyısından: Ağlamak zekâtıymış gibi her gülüşünün, giderken kırkta birini bırakıyorsun suskunluğunun ardından. Bir adam biliyorum, teselli kelimesini seviyordu sözlükte. Bilmiyordu ki tanınmayan acılar daha çok yorar insanı. ‘Donanım bulundu’ uyarısı verinceye kadar yayılırdı ağrısı mütemadiyen bedenine.

Yine o soğuk ses telefonunda: Kuzey yönüne doğru ilerleyin! Vazgeçtin. Sağdan ikinci çıkışa girin! Dediklerini yaptın, önün uçurum. Anlayın artık! Yolumu kaybettim diye hayıflanıyorsun. Rotanız yeniden belirleniyor… İrtifa kaybediyorsun, Allah için bir kuleniz yok mu? Bu şehirden aşağı atacağım kendimi, intihar değil bu boşuna heveslenmesin kendini vazgeçilmez sanan o sinsi uçurumlar diyorsun.

Belki bir gün, yine birinin evradı olursun her gün tekrarladığı; çakır bakışlısı, ağustos yangını. Kalbin yarı çıplak ev hali diyorlar ya hani. Saçlarında buğday başakları, antik bir çağa mecbur bırakır seni gözleri. Tuzla buz olur yarandaki kurdeşen. Resmigeçit töreni gibi geçip gider kahverengi gözleri, gözlerinin önünden.

Kim gitmemiş ki bu şehirden? Gitmek şehirlerin kaderinde var. Her ölen bizimdir her ölüm bize. Son çıkan ışıkları kapatmalı insanlık adına, heybemizdeki bütün acıların ortak adıysa hüzün. Kar yağar yeri yurdu olmayana, yağar kar en çok da gidecek adresi olmayana. Makas değiştiriyor dur durak bilmeden zaman, tarihi bir yalandır tren istasyonlarının kavuşturduğu.

Gömlek ustalarının piri Yakup; bana gömleğini yollama, gözüm kapalı da olsa seni bulurum demişti, kuyu güzeline. Her bir parçam şehrin ayrı bir kapısından koşarak gelir sana. Dört kitap yüz suhuf, bu şehir baştanbaşa senin kokun… Anladım ki: “İnnî leecidu rîhe Yusuf” diyerek nasıl da sevmişti oğulcuğunu, o gül........

© İnsaniyet


Get it on Google Play