Sonbahar Gibi Olmak
Başını iki elinin arasına almış, boynuna “Bana ilişmeyin, bir dokunan bin ah işitir” yazılı bir
levha asmış gibi düşünüyordu. Derdine ortak olmak ve paylaşmak adına bütün cesaretimi
topladım, “Nasılsın?” diye sordum.
Derin bir nefes aldı; sanki içindeki mevsimi soluyordu. Sağ elini ağır ağır açtı... El, el gibi değil;
sanki zamanın enkazını taşıyan Gazze sokakları gibiydi. Avuç içi, şarapnel parçası isabet etmiş
Gazze’nin ete kemiğe bürünmüş hâliydi.
İnsanlıktan nasibini alamamış işgalciler tarafından bombalanmaktan, yağmalanmaktan, tarumar
edilmekten harap olmuş; zulme uğramaktan, sevdiklerini yitirmekten ve yalnız bırakılmaktan
yorgun düşmüş Gazze gibi...
Belli ki o da bir saldırıya uğramıştı. Yorgun bedeni, boş boş bakan gözleri, umutsuzluktan
çökmüş omuzları, yara bere içindeki vücudu, hançerlenmiş sırtı...
Hangi sırtlanlar onu bu hâle getirmişti?
Gözlerini kapadı. O karanlıkta, el yordamıyla bir anlam arar gibi, elini sol göğsüne götürdü —
tam kalbinin üzerine. Ardından, rüzgârda savrulan bir yaprak gibi cılız bir sesle fısıldadı:
“Sonbahar gibiyim...”
Bu neyin nesiydi şimdi? Nasılsın sorusuna “son” ve “bahar” gibi olmakla cevap vermek...
Eskilerin hazan dediği mevsim gibi olmak...
Ne tam dökülen bir yaprak, ne de kök salan bir umut. Arada bir yerdeydi; bazen rüzgârla
savrulan, bazen sessizliğe tutunan bir hâl. Sanki içindeki mevsim takvimi durmuştu; hep Kasım
ayının ortasında kalmış gibiydi. Ne güneş tam ısıtıyor, ne de yağmur tam boşalıyordu. Bir
bekleyişti onun hâli; neyi olduğunu bilmeden, ama hep biraz geç kalınmış gibi. Verdiği cevap
ortamı buz........



















































