Homeros Destanı'nda Yunan tahrifatı ve Cevat Şakir
Batı edebiyatının, sanatının üzerinde yükseldiği temel eser “İlyada ve Odysseia” destanıdır ki İzmirli olduğu rivayet edilen kör bir anlatıcı olan Homeros tarafından söylenmiştir. “İlyada” Troya savaşını, “Odysseia” ise savaştan sonra Kral Odysseus’un anavatanım dediği İtaka’ya tam on sene süren macera dolu dönüş yolculuğunu anlatır.
Sanat ve edebiyat sanatçının çıktığı bir yolculuksa eğer, bu yolculuğun başlangıcı için bu eserden daha iyi bir kaynak bulmak zordur. Fedakârlık, aşk, yenilgi, göze almak, zafer ve sonrasında eve dönüş gibi edebiyatın, sanatın ana temaları, bütün görkemiyle bu eserde arz-ı endam eder. İtaka’ya yolculuk on sene sürüyorsa, örneğin James Joyce’un kahramanının da on yedi saatlik şehir gezintisi, bilinçaltında yıllar yılı sürer.
*
Fransız Devrimi sonrası başlayan ve etkileri günümüzde de süren “uluslaşmanın” tarihi, “titreyip kendine gelen” her halkın, kendine bir kök arama tarihidir bir bakıma. Bugün bile karşımıza çıkan bazı nahoş durumlarda diş geçiremediğimiz birisine karşı kendimizi göstermek, haklılığımızı ispatlamak için “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye diklenir, arkamızın ne kadar sağlam olduğunu hasmımızın yüzüne haykırarak, bir yandan da böbürlenerek haklılığımızı ispatlamaya veya hasmımıza gözdağı vermeye çalışırız.
Fransız Devrimi’nden sonra uluslar da tıpkı böbürlenen bu insanlar gibi, ne kadar köklü bir tarihe, şanlı bir geçmişe sahip olduklarını ispatlamak için olmadık şeyler icat etmiş, bin dereden su getirmiş, her ulus kendine yeni bir kök aramış, yeni bir tarih yazmış, yetinmemiş şanlı geçmişinin dayandığı efsaneleri, destanları gün yüzüne çıkarmaya çalışmış, kaya resimlerinde olsun, toprak altından çıkan çanak çömleklerde olsun, kendi derin tarihinin izini arayıp hasmının yüzüne fırlatmıştır. Milletler bu huylarından bugün bile vazgeçmiş değillerdir.
Aklı başında insanlar, “insanlığın ortak kültürel mirası” olarak kabul edilen temel eserlerin, Gılgamış Destanı olsun, Homeros Destanı olsun, arkeolojik buluntular olsun, tek bir ulusun malı sayılmayacağını, bu tür eserler söylenip yazıldığı, inşa edildiği çağlarda insanların günümüzde olduğu gibi soy sopa göre ayrılmadığını, bu yüzden bu eserlerin yeryüzünde yaşayan herkesin ortak malı olduğunu söyleyedursunlar, bazı milletler çoktan kolları sıvamış, o destanda, o anlatıda, o arkeolojik buluntuda kendi köklerini sağlamlaştırmak için bulguları bir tarafa bırakıp, onlarda tahrifat yoluna bile girmişler.
Homeros’un destanının da bu tür bir tahrifattan nasibini aldığını, Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın, diğer adıyla Halikarnas Balıkçısı’nın Azra Erhat’a yazdığı mektuplarını okuyuncaya kadar bilmiyordum.
*
Azra Erhat; Halikarnas Balıkçısı, yani Cevat Şakir’le 1957 yılında, ortak dostları Sabahattin Eyüboğlu, Fikret Adil ve Fürya -ki Cevat Şakir’in yeğenidir- ile bir yemekte karşılaştığında, Balıkçı 67 yaşında, Erhat 42 yaşındaydı. Bu karşılaşmanın iki sonucu oldu. Birincisi Erhat ile Balıkçı arasında başlayan bir aşksa, ikicisi ve en önemlisi Yunanlıların, Homeros’un destanı üzerinde, gidişatı kendi tarihleri lehine çevirmeye yönelik yaptıkları tahrifatı öğrenmemizdir. O zamana kadar, daha önce bölük pörçük, eksik gedik Türkçeye çevrilmiş olan destan üzerinde Yunanların bir tahrifat yaptıklarından haberimiz yoktu. Bunu ortaya çıkarabilecek hem Latinceye hem de eski Yunancaya vakıf, İngilizce, Fransızca, Rumca, İtalyanca, İspanyolca gibi Batı dillerini aynı şekilde bilen Balıkçı’ya benzer insanların henüz pek yetişmemiş olmasıydı. Hem antik kültürlere, medeniyetlere vakıf hem de arkaik ve modern dilleri bilen, olağanüstü geniş kültürüyle hem bir botanikçi hem turist rehberi hem de romancı olan Cevat Şakir Kabaağaçlı gibi bir kıymetli insanı Ege’nin maviliklerinde tamamen unutmuştuk. Oysa o oralarda kendi halinde yaşamakla kalmıyor, bilgi ve kültürünü bize de bir “kök aramaya” vakfederek durmadan romanlar, hikayeler, makaleler yazıyordu. Yazdığı her şeyde, resmi görüşün, yeni Cumhuriyet ideolojisinin dolaşıma soktuğu Türk Tarih Tezi’ni çok akla uygun bulmadığını söylüyor, Türklerin kökenini Ortaasya’da aramaktansa, Anadolu’ya bakmamızı salık veriyordu. “Mavi Anadolu” bir medeniyetler beşiğiydi ve biz de o beşikte büyümüş, daha sonra da tarihe karışmış o büyük uygarlıkların bir parçası, belki de hepsinin günümüze kalmış haliydik.
*
Şimdilerde bir televizyon dizisine “mucizeler, skandallar” alt başlığıyla konu olan “Şakir Paşa”nın oğlu olan Cevat Şakir, kendi isteğiyle Ege’yi mesken tutmamıştı. O bir sürgündü. Kendi sürgünlüğüne bulduğu isim de “Mavi Sürgün”dü. Ankara İstiklal Mahkemesi onu, çarptırdığı üç yıllık “kalebentlik” cezasını tamamlasın diye Bodrum’a gönderdi. Bilinenin aksine, Cevat Şakir, babası Kabaağaçlızade Mehmet Şakir Paşa’yı öldürdüğü için sürgün edilmedi; sürgünlüğün asıl sebebi Şeyh Sait hadisesi başladığı sırada, Zekeriya Sertel’in çıkardığı “Resimli Ay” dergisinde yayınlanan “Asker Kaçakları Nasıl Asılır?” başlıklı yazısıydı. Yazısında, hapishanede kendisine anlatılan bir hikâyeyi anlatıyordu. Hapishaneye düşmesinin sebebi ise, babasının katili olmasıydı.
*
Cevat Şakir, babasını neden öldürdüğünü hiç anlatmadı. Arkadaşları da pek sormadılar,“sorsak da anlatmazdı” diye yazdı birçok arkadaşı. Bu onun sırrıydı. Bu sırrı beraberinde mezara götürdü ve ardından bir yığın dedikodu, tevatür bıraktı. Azra Erhat’a yazdığı mektupları yayınlanıncaya, yani 1975 yılına kadar babasını öldürmesine dair hiçbir şey anlatmamıştı. Yüzlerce sayfa tutan bu mektuplarda da sadece bir mektubunda, o da kısacık bir şekilde hadiseden bahsetti. 19 Aralık 1958 tarihli mektubunda kendi deyimiyle “o fatal geceyi” şöyle anlattı:
“(…) Eh camım canım münakaşa pek karışık konular üzerindeydi ve pek şiddetliydi. Babam çiftlikte, her zaman bir suikasttan korktuğu için, yanında........© Habertürk
visit website