menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

DEĞİŞİM

21 0
28.06.2024

Değişim gerek ülkelerin gerek toplumların gerekse bireylerin doğuşundan gelişmesine, gelişmesinden olgunlaşmasına, olgunlaşmasından gerilemesine, gerilemesinden çöküşüne bir dizi sosyal, ekonomik ve kültürel yönden geçireceği değişikliklerin tümünü kapsayan alın yazgısı olguların ta kendisidir. Değişim karşısında direnenler isteseler de istemeseler de er geç değişim gerçeği ile bir şekilde yüzleşebiliyor, bu kaçınılmaz bir gerçekliktir. Çünkü bizatihi değişimin tabiatında var olan unsurların olgunlaşmasıyla birlikte gün yüzüne çıkan bir gerçekliği söz konusudur. Bu demektir ki değişime yelken açan tüm unsurlar bir şekilde kendine akacak bir kanal bulup ülkelerin, toplumların ve bireylerin karşısına alın yazısı bir gerçeklik olarak çıkabiliyor. Yeter ki değişim sürecinde denge kaybına uğranılmasın bak o zaman yelkenler vira bismillah ötelere yol alırda.

Bakın, Cevdet Paşa değişim hususunda ne diyor: “Toplumlar için asıl büyük tehlike, geçiş dönemlerinde dengeyi kaybetmektir. Değişmemekte ve statik kalmakta direnen memleketler kadar dengeyi kaybedenler de tarihin harabelerine gömülmüşlerdir.” Hakeza İbn-i Haldun’da insanın ömrü boyunca çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık olarak geçireceği üç aşamalı hayat evrelerinin bir benzerini toplumlarında geçireceğini beyan etmişlerdir. Yani dünyaya gelen her bir insanın hayat boyu geçireceği çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık devrelerine benzer bir durumun milletlerin de tarih boyunca geçireceği doğuş, yükseliş ve çöküş evreleriyle birlikte ömrünü tamamlayacaktır. Aslında İbn-i Haldun’un toplumların başına gelebilecek bu alın yazısı evreleriyle ilgili tespitini Osmanlıda çok önceden biliyordu pekâlâ. Ama Osmanlı yine de sanki hiç yıkılmayacakmışçasına “Ebed müddet” ülküsünce hareket etmiştir hep. Hem nasıl öyle hareket etmesin ki, bikere her şeyden önce Peygamberimiz (s.a.v)’n beyan buyurduğu veçhiyle “kıyamet kopacağını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikiniz” düsturunu ülkü edinmişlerdir. İşte böylesine bir anlayışla hareket eden Osmanlı ‘Devlet-i ebed müddet’ ülküsüyle tarihe yön vermesi gayet tabii bir durumdur. Şayet Osmanlı Devlet-i ebed müddet ülküsünün tam aksi istikamette hareket etseydi tarihte en uzun ömürlü ayakta kalabilen cihangir devlet olarak adından söz ettiremeyecekti. Ülkelerin şöyle imparatorluk dönemlerine baktığımızda bu uzun soluklu ülkünün gereğini ancak Osmanlı başarabilirdi ki, nitekim 600 yıl ayakta kalmayı başardı da.

Anlaşılan o ki; değişim hem insanların hem toplumların hem de devletlerin başına gelebilecek kaçınılmaz alın yazısıdır. Madem öyle, değişimin an be an yaşanabileceğinin farkındalığına varmak gerektir. Zira böylesi bir bilinç farkındalığıyla gelmiş geçmiş tüm vakıaları sebep netice çerçevesinde değerlendirmek çok kolay olacaktır. Dahası farkında olmak bir anlamda değişim rüzgârları karşısında nasıl bir tavır takınmamızı ve nasıl bir yol izlememiz gerektiğini de beraberinde getirecektir. Şayet değişimin farkındalığına varmaksızın bir yol takip ettiğimizde biliniz ki değişim rüzgârlarının hangi yönden estiğinin karşısında şaşa kalıp akıl tutulması bir hal yaşayacağımız muhakkak. Derken vakıaları objektif kriterler çerçevesinde değerlendirmek yerine hislerimizle hareket etmek suretiyle yanılgıya yol açacak değerlendirmelerde bulunacağız demektir. Hem kaldı ki, sırf duygu ve sezgilerle nereye varabiliriz ki. Neyse ki kadim coğrafyamızdan tarihi olaylara değişim gözlüğü açısından değerlendiren İbni Haldun, Cevdet Paşa, Abdülaziz’in veziri Ali Paşa, Said Halim Paşa ve Fuad Köprülü gibi bilge şahsiyetlerimiz var da bu sayede gelecek kuşaklarda artık vakıaları değişim yönünden değerlendirir hale geldi diyebiliriz.

Statükoculuk

Malumunuz değişimin zıddı kavram statükoculuktur. Değişim gerçeğini fark edemeyen birtakım aklı evveller statükoculukta direnseler de sonuçta değişim akıntısının tersine bir yol kat edemeyeceklerdir. Nasıl ki İslam’ın çöle inen nuru bedevi toplumunun üzerine bir güneş gibi doğup kızını diri diri toprağa gömecek kadar merhametten yoksun bedevi Arap toplumunu nasıl değişime yelken açtırmışsa, aynen günümüz dünyasında da mazlumların ahu figanlarına duyarsız kalan ve insanlıktan nasibini almamış tüm beşeri sistemlerin de elbet bir zaman diliminde “Allah nuru tamamlayacaktır” (Saff, 61/8) ayetin sırrınca değişime uğramaları pekâlâ mümkün. Öyle ya, zulüm hiçbir devirde payidar kalamayacağına göre tüm beşeri sistemlerde bir noktada Yüce Allah’ın vaad ettiği nuru tecelli ettiğinde kendilerine çeki düzen verip değişmeye mecbur kalacaklardır, bu kaçınılmazdır. Bikere statik kalmak eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur, Allah ve Resulünün hakikatleri dışında hangi beşeri sistem olursa olsun değişime ayak uydurmak zorundadırlar. Nitekim zaman zaman devletin en üst tepesinde bile sıkça duyduğumuz “sistem tıkandı, bu sistemle artık yol alınamaz” babında ifade edilen cümleler aslında değişim gerçeğinin artık devlet erkânınca bile dile getirildiğinin bir itirafname delili sayılır. Ancak bu tür söylemler şimdilik itirafname ekseninde seyretmekte. Zira devletin içinde sistem değişikliğine direnen statükocu zihniyette ki bir takım siyasi ve bürokratik kadrolar bu hususlarda takoz olmaktalar. Baksanıza Yeni Yüzyıl Türkiye’sine yakışır yeni bir Anayasa ile gidilmesi noktasında daha şimdiden statükocu kesimlerin huzursuz oldukları her hallerinden kendini belli ediyor da.

Evet, öyle anlaşılıyor ki tarihi süreç içerisinde bedeviyetten (kabileci) hadariyete (yerleşikliğe geçiş) geçişte yaşanan bir takım kanlı olayları analiz ettiğimizde değişimin hiçte öyle kolay bir şekilde vuku bulamayacağını görürüz. Ama şu da var ki sonuçta her devrin statüko düzeni bir şekilde pılını pırtısını toplayıp tarih sahnesinden çekilebiliyor. Nitekim dün Hıristiyanlığı yaymak isteyen ilk Hıristiyanlar Roma İmparatorluğu’nun şiddetiyle karşı karşıya kalıp aslanpençelerine parçalattırılmış olsalar da sonuçta kazanan yine değişim olmuştur. Böylece Roma'nın hevesi kursağında kalıp değişime teslim olmak zorunda kalmıştır. Keza Fransız jakobenizmi, Rus Bolşevizm’i ve Alman Nazizm’i de tarihe ihtilallerle damgasını vurmuşlardı. Damgasına vurdular da ne oldu değişime yelken açılmayınca Jakobenizm, Nazizm ve Komünizm gibi beşeri sistemler içinde çöküş kaçınılmaz bir akıbet olur.

Değişim Öncüsü

Şu bir gerçek değişim bir anda gün yüzüne çıkmıyor nice bedeli ağır olaylar yaşandıktan sonra ancak gün yüzüne çıkabiliyor. Hatta bir önceki statik düzeni ortadan kaldırmakla da hemen değişim vuku bulmaz, illa ki bir geçiş sancısı da yaşanması gerekir ki değişim vuku bulsun. Malum değişim vuku bulduğunda bir yenisi start almış olur. Örnek mi? İşte en son Peygamberimiz (s.a.v)’in âlemlere rahmet olarak gelmesiyle birlikte cehaletin yerini ilim, insanların kendi elleriyle yaptığı puta tapınmanın yerini Allah inancı, falcılığın yerini mutlak hakikat almıştır. Böylece Allah Resulü (s.a.v) hiç şüphe yoktur ki tüm insanlığın da değişim öncüsü olmuştur. Ki, insanlık Onun gelişiyle birlikte insanlığını hatırlayıp O’nun rahmetiyle sahte mabutlara meydan okuyabilmesini öğrenmiştir. Hakeza Peygamberimiz (s.a.v) “Allah’tan başka tapınılacak ilah yoktur” fermanıyla kula kul olunamayacağını, eşyanın esareti altına girilemeyeceğini tüm beşeriyete ilanını duyuran tek değişim öncüsüdür. İşte bu çağrı sayesinde maddenin, eşyanın ve makam mevkilerin geçici olduğunu, baki olanın ise Allah olduğunu idrak etmiş olduk. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v); “Bedeviliği bırakın medeni olun” diye beyan buyurmakla hem değişimin ilk fitilini ateşlemiş hem de ümmetinin tarihi süreç içerisinde İslam medeniyetinin oluşumuna katkı sunan devletlerin tarih sahnesinde yer almasını sağlamıştır. Öyle ki Avrupai devletler orta çağ karanlığında debelenib dururken, Peygamberimiz (s.a.v)’in ümmeti olarak bizler ise Allah Resulünün beyan buyurduğu “Bedeviliği (göçebeliği) bırakın medeni olun” buyruğu sayesinde medeniyetlerden medeniyetlere koşan devletler kuraraktan altın çağlarımızı yaşayıverdik.

Malumunuz ortaçağ karanlığı deyince bilimi giyotine veren kilise papazları aklımıza gelir. Bilimi giyotine verdilerde ne oldu, skolâstik orta çağ dünyasının karanlık hâkim güç unsuru kiliseye karşı verilen mücadelede Galile, Bruno ve Kepler gibi nice bilim adamları bugün olmuş halen adından söz ettirmekteler. Bu yüzden bu bilge adamlar hakkında tüm insanlığa bilim bakımdan rehber olmuş değişim öncüleridir dersek yeridir. Hakeza sanayi ve endüstriyel çağı diye bilinen sosyal adaletsizliklerin diz boyu yaşandığı 18. ve 19. Asırlarda kapitalist burjuva şeflerine karşı hak talep edip grev yapan işçiler de değişim öncüsüdürler. Milletler arası sömürünün had safhaya ulaştığı dönemlerde sömürülen ülkelerin emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi vermeleri de bir tür değişim hareketidir. Bu arada Türk milletinin yedi düvele karşı gerçekleştirdiği Milli kurtuluş destanı da bir tür değişim hareketidir. Bu yüzden Milli mücadeleyi, sadece askeri planda değerlendirmeyiz, aynı zamanda sosyal, siyasi ve ekonomik emperyalizme karşı Kuvayı milliye ruhunun şahlanış başkaldırışı hareketi olarak görürüz hep. Nitekim Türk’ün yedi düvele karşı bu şahlanış ruhu Ortadoğu’ya hatta Kara Afrika kıtasına rehber olup bu yönde değişim öncüsü olmuşuz da. İşte yukarıda bu ve buna benzer sıraladığımız tüm örnekler değişim gerçeğinin hemen her devirde vuku bulduğunu, yaşadığımız çağda ve gelecek çağlarda da vuku bulacağının gösteriyor bize.

Değişim Süreci

Tarihe kök salmış millet olarak çadırdan ev ve saraya, kopuzdan ney ve uda, otağ şölenlerinden imar inşasına daha nice dönüşüm ve değişim süreçlerimiz olduğu gibi şahıs bazında da Oğuz Kağan’dan Kanuni’ye, Tanyukuk’tan Ebussuud Efendiye, Lütfi Paşaya ve Baki’ye uzanan değişim zincirlerimiz söz konusudur. Hakeza unvan yönünden değişim ise, tarihte Kağan veya Bey’in yerini Padişah alırken, günümüz Türkiye’sinde de Başbakan ve Cumhurbaşkanı ismiyle değişim yaşanmıştır. Bu arada yeri gelmişken sormadan edemiyoruz, unvan bazında değişimler yaşanır da sosyolojik bakımdan değişim yaşanmaz mı? Elbette ki yaşanır. Şöyle ki; eski göçebe kültür hayatımızda “Baş kesip kan dökmek yiğitliktir” veciz sözü Türk kağanlarının pusatında kuru cihangirlik davası şeklinde tezahür ederken, yerleşik kültür hayata geçtiğimizde hakanlarımızın o misyonu Fatih’in elinde Peygamber gülü koklayaraktan kendini resmettirmek suretiyle İla’yı kelimetullah için Nizam-ı âlem davası şeklinde tezahür edip dönüştüğünü görürüz. Öyle ya, adına ister yaylak kışlak hayat denilsin, ister göçebelik hayatı denilsin hiç fark etmez, sonuçta her toplumda olduğu gibi bizimde göçebelik, yerleşik ve devletleşme süreci safhalarımız olmuştur. Derken çadırdan ev ve saraya uzanan bu süreçte hem fonksiyon yönünden hem de içerik yönünden bir değişim süreci yaşamışız. Kültür hayatımızda ise sertliğin ve kabalığın yerini zarafet ve incelik almıştır. Kelimenin tam anlamıyla birincisinde o çetin göçebe şartlarının oluşturduğu mücadelenin yansıması diyebileceğimiz kabalık ve cevvalliğin........

© Enpolitik


Get it on Google Play