Bir film, bir yüzyıl, bir hafıza: Kaygı…
Türkiye sadece bir ülke değil, yüksek irtifalı bir hafıza kazasıdır aynı zamanda.
Her nesil, öncekinin travmalarını unutturmakla görevlendirilmiştir.
Ve bu unutma eylemi, neredeyse sosyolojik bir refleks hâline gelmiştir.
Ceylan Özgün Özçelik’in Kaygı filmi, bu unutuşun filmidir…
Ama unuttuğumuz şeyin değil, neden unutturduğumuzun hikâyesidir.
Filmin ana karakteri olan Hasret, yalnız bir kadın değildir.
Hasret, belleği elinden alınmış bir toplumun enkazı içinde yürüyen sarsak bilincin simgesidir.
Medya merkezinin steril, paravansız koridorlarında gezinen, seslerin yankılandığı ama anlamın yok olduğu o soğuk atmosfer kompozisyonu bir anlamda bugünün Türkiye’si gibidir.
Gerçeğin sterilize edildiği, “unutmak için tasarlanmış” bir mizansen.
Filmde Hasret’in zihninde giderek belirginleşen ev yalnızca bir mekânı değil, ulusal bilinçaltını temsil eder. Yanmış, kapatılmış, üzeri otoparkla, müzeyle, unutturma projeleriyle örtülmüş o bina, Türkiye’nin “kendiyle yüzleşemeyen vicdanının” enkazıdır. O ev, bir zamanlar yakılmış bir hakikatin kalbidir. Ve Hasret, o evin kapısını yeniden aralayarak, bu ülkenin en tehlikeli eylemini gerçekleştirir… Hatırlar.
Kaygı’nın politik dehası, “delilik” ve “hatırlamak” arasındaki sınırı bulanıklaştırmasında yatar. Çünkü Türkiye’de belki de aklını korumanın yolu unutmaktır.
Unuttuğun sürece “makbul vatandaş”sındır. Ama hatırlarsan, “muhalif”, “marjinal”, “tehlikeli” olursun.
Hasret’in resmedilen deliliği, bu ülkenin akıl sağlığını koruma çabasına isyandır aslında. Hasret, hatırladığı anda yalnızlaşır. Çünkü bu ülkede hafıza bulaşıcı değildir.
Kimse geçmişi konuşmaz, çünkü herkes geçmişin bir parçasıdır. Ceylan Özgün Özçelik bu durumu adeta “orwellvari” bir kâbus gibi resmeder.
Geçmişin silindiği, geleceğin tekrardan ibaret olduğu bir distopya.
Ama bu distopya uzak bir gelecek değildir. Tam da bizim bugünümüzdür.
Filmin sayıklamalarındaki en belirgin tema 2 Temmuz 1993 gününe yapılan göndermedir.
O gün, 33 aydın, sanatçı ve ozan yakıldı.
Yakılmak fiili, bu topraklarda sadece bedene değil, en çok da fikre yapılır.
Madımak, Osmanlı’dan bugüne uzanan Sünni-Ortodoks egemen zihniyetin modern halkasıdır.
Yavuz’dan Maraş’a, Çorum’dan Sivas’a aynı nefretin, aynı karanlık zihniyetin tekrar eden versiyonlarıdır.
Bugün televizyonlarda “din kardeşliği” nutukları atanlar, aslında tam da aynı sistemin çocuklarıdır.
Hasret’in çalıştığı medya kurumunda gerçeğin sansürlenmesi, bugün hâlâ ekranlarda gördüğümüz “yumuşatılmış yalanların” sinemasal izdüşümüdür.
Türkiye’nin her ana haber bülteni, aslında Kaygı’nın devam filmidir.
Sadece başrol değişmiştir.
Hasret’in yerini şimdi milyonlarca hatırlamaktan korkan seyirci almıştır.
Osmanlı’dan miras alınan en büyük kültürel genetik bozukluk, adalet değil, itaattir.
Bu yüzden Türkiye’de tarih bir bilgi değil, bir tehdit olarak öğretilir.
Ders kitapları, “unutmayı sistematikleştiren” birer propaganda aracıdır.
Cumhuriyet’in seküler kazanımları bile zamanla bu unutma makinesine teslim edilmiştir.
Bugün Sivas katliamının üstü “yapılandırılmış barış” adı altında örtülüyorsa, bu, yalnız dinin değil, sistemli politikanın da suçudur. Ve bu suç, artık bireysel değil, toplumsal bir suç ortaklığı........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Gideon Levy
John Nosta
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
Daniel Orenstein