Suskunluk, suskunluk, suskunluk, görmezden duymazdan gelmek, umursamamak, ilgilendirmediğini düşünmek, ‘onun sorunu’ demek, “Burada olmaz” demek ve bir gün; suskunlukla karşılanan, görmezden duymazdan gelinen, umursanmayan, başkasının sorunu zannedilen her şeyin, ‘endişemiz’ oluvermesi. Daha da olacak muhterem okur, görmezden geldiğiniz ne var ne yok önünüze konulacak ve ‘Şu dünyada herkese dokunan yılan beni kayırır’ avuntusu da kâr etmeyecek.

Tespit çok kısa: Yeryüzünde laik/seküler olmayan bir demokrasi yok. Cümleyi devrik de kursanız, kulağınızı en uzun yoldan da gösterseniz, en afili sözcükleri de bulsanız, sosyal bilim ve hukukun hayli derin görünen ancak sanıldığı kadar derin olmayan sularına da dalsanız, bu somut gerçek değişmiyor: Yeryüzünde laik/seküler olmayan bir demokrasi yok.

Peki her laik sistem birbirinin aynı mı? Hayır, değil. Mucidi Fransa’da laikliğin sınırları daha koyu ve belirgin örneğin. Almanya’da, İskandinav ülkelerinde farklı uygulamalar var. Anglosakson sekülerliği başka bir fasıl. Ayrıca yazılı hukuk ile uygulama ve gelenekler arasında da keskin hatlar çizmek kolay değil. Neden? Çünkü demokrasinin doğum ve gelişim aşamalarında her memleket, kendi geleneğince bir yol bulmaya çalıştı. Tarihsel birikimden, gelenekten masun bir anayasal düzen olmaz. Demokrasi Batı’da icat edildi. Onu bir sınıf, burjuvazi icat etti. Burjuvazi, feodal kurumlarla mücadele edip sonunda galip geldi. O feodal kurumlardan biri de kiliseydi. Avrupa toplumları bugüne varana dek din-mezhep savaşları, kanlı mücadeleler yaşadı ve burjuvazi kiliseyi yendi. O kilise, din işlerinin ruhbana ‘havale edilmesi’nde kolaylık sağladı.

Osmanlı’da bunlar olmadı. Hem dinin, hem devletin nitelikleri ve aynı zamanda tarihin bu coğrafyada farklı yaşanması nedeniyle. Avrupa burjuvazisinin feodaliteyi ve mütemmim cüzü kiliseyi alt ettiği, merkezi devleti güçlendirdiği tarihte, Osmanlı uyandı ve kaçmakta olan treni yakalamak için her düzeyde reformlar yaptı. Laikleşme 19. Yüzyılda başladı, 20. Yüzyılın başında adını anmadan benimsendi ve önce 1928, ardından 1937’deki anayasa değişiklikleriyle, adı da konuldu. Laiklik, Cumhuriyet’in temel ilkelerinden biri olarak sonraki anayasalarda yer aldı.

Bülent Ecevit’in tanımıyla laiklik, ‘Cumhuriyet’in Aşil topuğu’dur. Öldürücü biçimde ancak oradan vurulabilir ve vuruluyor. Siyasal İslamcı ideolojinin taraftarlarınca. Cumhuriyet’e değil, ‘laik Cumhuriyet’e karşı olanlarca. Ve Türkiye Cumhuriyeti, laik bir cumhuriyet. Laikliği eksiltirseniz, cumhuriyet kupkuru, teknik bir kavrama dönüşür. Türkiye’deki varlığı, laikliğin varlığına bağlıdır. Kuşkusuz ‘sıradan’ bir yurttaş laikliğe kaşı olabilir. Burada bilinmesi gereken, laiklik karşıtlığının aynı zamanda ve kaçınılmaz olarak demokrasi karşıtlığı anlamına geldiği. Hem laiklik/sekülerlik karşıtı, hem demokrasi taraftarı olunamaz. Yine, ‘sade’ yurttaş ‘dînî siyasal-sosyal düzen’ sempatizanı olabilir ve böyle bir sistem taraftarlığı, savunma-örgütlenme eğilimi, belli ölçüler göz önünde bulundurularak hukuksal sınır içinde kabul edilebilir; buna mukabil, bir hukuk sistemi/yönetim şekli olarak dînî hukuk ile demokratik siyasal sistem savunusu aynı anda yapılamaz. Yurttaş ya dinsel hukuk ve yönetim sisteminden ya da demokratik sistemden yanadır. Dinsel düşünceye dayanan hukuk düzeni, ancak laik/seküler demokrasinin yokluğunda mümkündür.

Türkiye, bir asır önce, Mart 1924 yasaları ve 1924 Anayasasıyla kendine özgü bir din-devlet ilişkisi kurdu. Diğer devletler nasıl ki geleneksiz bir anayasal düzen yaratmadıysa, Türkiye de yaratmadı. Laikliğimiz, özgül niteliklere sahip. Efendim, laik bir ülkede Diyanet olur mu? Eh Türkiye’de oldu. Teokratik bir imparatorluğun bakiyesi olan Türkiye’nin laikliği, böyle bir kurum gerektirdi. Kralın mezhebi olur mu, Norveç’te oldu. Hükümdar kilisenin başı olur mu, İngiltere’de oldu. Devlet başkanı kutsal kitap üzerine yemin eder mi, ABD’de ediyor vs. Batı anayasal düzenleri nasıl ki bazı gelenekler üzerine inşa edildi ya da bazı geleneklerini terk etme gereği hissetmediyse, Türkiye’de de dini-dindarı kontrol etmek için, laik Cumhuriyetle uyumlu yaşayabilecek bir din/dindar düşüncesi benimsendi. Diyanet İşleri Başkanlığı kurulduğundan bugüne her zaman iktidarın gölgesinde yürüdü, bu yeni bir şey değil. Yeni olan, artık devlet mi Diyanet’in yoksa Diyanet mi devletin gölgesini takip ediyor, bunun belli olmayışı. Yaygın bir örgütlenme, yoğun endoktirinasyon çabası ve devasa bir bütçeden söz ediyoruz.

Laiklik ilkesi Cumhuriyet devrinde büyük ölçüde ‘tuttu.’ Buna mukabil tartışma hiç sona ermedi. Sona ermeyişinde, İslamcı ideolojinin inadı ve palazlan(dırıl)ması kadar, devletin-kurumların zaman zaman laiklik adı altında sergilediği son derece katı ve yanlış tutumun payı oldu. On yıllardır konuşulan ve hâlâ istismar edilen ‘türban yasakları’nın laiklik ilkesiyle değil, Kemalistlik iddiasındaki bir avuç kibirli ve gerici aklı evvelin ceberut zihniyetiyle ilgisi vardı. Bu yüzden bizim memlekette laiklik konusu, diğer çoğu konu gibi hakkıyla tartışılmadı, konuşulmadı. Yıllar önce laikliği savunuyoruz gerekçesiyle saçmalayanların çıkardığı gürültünün yerini, şimdi laikliğin üzerinde tepinmeyi marifet sayanların hâkimiyeti aldı.

Laiklik ilkesi hakkında sayısız yazı kaleme aldım. Başkaca yazanlar da var tabii. O yazılarda ‘laiklikler’ arasındaki ayrımları ve Türkiye laikliğinin kısa tarihini, tartışmaları anlatmaya çalıştım. Ülkeler arasındaki yorum ve uygulama farklılıkları bir yana, ortada yanıtlanması gereken son derece basit bir soru olduğunu hatırlattım. Bugüne dek hiçbir ‘sağ’ siyasetçinin ve çoğu CHP’linin yanıtlanamaya yanaşmadığı kısa ve basit soru: Bizi yöneten kurallar laik-seküler kurallar mı olmalı, yoksa dini hükümler mi? Ya da: Bir hukuk kuralı/mahkeme kararı/idari uygulama, referansını herhangi bir inançtan mı almalı, yoksa yeryüzü hükümlerinden mi? Geri kalanı, gelenektir, örftür âdettir, alışkanlıklardır, tarih ve kültüdür, ama önce bu basit sorular açıkça yanıtlanmalı.

İşte Türkiye siyaset esnafı, henüz şu yalın sorulara yanıt verebilecek durumda değil. Bu yüzdendir ki Şeriat tartışması çıkınca çoğu, gözüne fener tutulmuş gibi davrandı. Sadakat duydukları bir temel ilkeleri olmadığı için.

Bu memlekette yıllardır ne zaman şu ya da bu gerekçeyle laiklik tartışması çıksa, birileri mutlaka ama mutlaka, “Şimdi zamanı mı, iktidarın işine yarayacak” dedi. Çoğu siyasetçi de bu akılsızlığa gönül indirdi. Bir adım, bir adım, bir adım daha, bir adım daha, seçim var, aman seçim geliyor, istedikleri bu, bir adım daha, bir adım daha, sakın yanıt vermeyin, susun, susun, aman ha, seçim var, koz vermeyelim, bir adım daha, bir adım daha… Sonunda, ahali kendisini ‘en üst düzeydekilerin’ katılımıyla ‘şeriat’ tartışırken buldu. Ve hâlâ, “Aman ha, gündem değiştiriyorlar” diyen epeyce insan var. ‘Pes’ haricinde diyecek bir şeyim yok, neye layıksak o geliyor başımıza.

Türkiye’de şeriat (hukuku-sistemi) egemen olur mu? Bir başka söyleyişle; bir dinin, özel ve kamusal yaşama ilişkin değerler bütünü, devlet yönetiminin ve toplumsal ilişkilerin ‘hukuk’u haline gelir mi? Hadi falcılık yapalım: Olmaz. Ne zaman olmuş ki şimdi olsun. Ayrıca, ortalıkta şeriat savunusu yapanların, ‘bir hukuk sistemi, değerler bütünü ve yönetim yordamı olarak’ dinsel hukuk düzeni hakkında pek bir şey bildiklerini sanmıyorum. (İslâm Ansiklopedisi’ndeki başlığı buraya bırakıyorum). Üstelik, 2024 Türkiye’sindeki sade Müslüman yurttaş çoğunluğunun dinsel hukuk altında yaşamak istediğini kim söylemiş. Peki, hukuk sistemini dînî esaslara dayandırma hevesi ve toplumu ‘çoğunluk’ baskısı altında yaşatmak için, dinsel bazı ilke, hüküm ve ritüelleri ‘yürürlükteki hukuk’ haline getirmek şart mı? Şart değil. Yazılı hukukla fiili durum taban tabana zıt olabilir. Hâlihazırdaki Türkiye’de, dindar olmayan ya da dindar görünmeyen birinin seçimle (hatta atamayla) gelinecek bir makama erişme şansı nedir? Ya da akşamları TV ekranlarında ‘tarikat’ dizileri seyretmek, yaşamımızın bir parçası haline gelmedi mi?

Yazı çok uzuyor, konuya devam edeceğim. İlgi çekmeyi sever görünen bir avukat hanımın başına geleni (getirileni), mümkünse onunkinden başka bir ‘üslup’la ve biraz daha soğukkanlı konuşabilmek mümkün olmalı. Popüler sloganın aksine, Türkiye laik değildir. Laik olsa herkes için daha iyi olur.

Yazı önerisi: Tanıl Bora’nın ‘Adaylaştıma’ başlıklı yazısı.

QOSHE - Ve bir gün kendinizi ‘dînî hukuk’ tartışırken buldunuz! - Murat Sevinç
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ve bir gün kendinizi ‘dînî hukuk’ tartışırken buldunuz!

72 0
23.02.2024

Suskunluk, suskunluk, suskunluk, görmezden duymazdan gelmek, umursamamak, ilgilendirmediğini düşünmek, ‘onun sorunu’ demek, “Burada olmaz” demek ve bir gün; suskunlukla karşılanan, görmezden duymazdan gelinen, umursanmayan, başkasının sorunu zannedilen her şeyin, ‘endişemiz’ oluvermesi. Daha da olacak muhterem okur, görmezden geldiğiniz ne var ne yok önünüze konulacak ve ‘Şu dünyada herkese dokunan yılan beni kayırır’ avuntusu da kâr etmeyecek.

Tespit çok kısa: Yeryüzünde laik/seküler olmayan bir demokrasi yok. Cümleyi devrik de kursanız, kulağınızı en uzun yoldan da gösterseniz, en afili sözcükleri de bulsanız, sosyal bilim ve hukukun hayli derin görünen ancak sanıldığı kadar derin olmayan sularına da dalsanız, bu somut gerçek değişmiyor: Yeryüzünde laik/seküler olmayan bir demokrasi yok.

Peki her laik sistem birbirinin aynı mı? Hayır, değil. Mucidi Fransa’da laikliğin sınırları daha koyu ve belirgin örneğin. Almanya’da, İskandinav ülkelerinde farklı uygulamalar var. Anglosakson sekülerliği başka bir fasıl. Ayrıca yazılı hukuk ile uygulama ve gelenekler arasında da keskin hatlar çizmek kolay değil. Neden? Çünkü demokrasinin doğum ve gelişim aşamalarında her memleket, kendi geleneğince bir yol bulmaya çalıştı. Tarihsel birikimden, gelenekten masun bir anayasal düzen olmaz. Demokrasi Batı’da icat edildi. Onu bir sınıf, burjuvazi icat etti. Burjuvazi, feodal kurumlarla mücadele edip sonunda galip geldi. O feodal kurumlardan biri de kiliseydi. Avrupa toplumları bugüne varana dek din-mezhep savaşları, kanlı mücadeleler yaşadı ve burjuvazi kiliseyi yendi. O kilise, din işlerinin ruhbana ‘havale edilmesi’nde kolaylık sağladı.

Osmanlı’da bunlar olmadı. Hem dinin, hem devletin nitelikleri ve aynı zamanda tarihin bu coğrafyada farklı yaşanması nedeniyle. Avrupa burjuvazisinin feodaliteyi ve mütemmim cüzü kiliseyi alt ettiği, merkezi devleti güçlendirdiği tarihte, Osmanlı uyandı ve kaçmakta olan treni yakalamak için her düzeyde reformlar yaptı. Laikleşme 19. Yüzyılda başladı, 20. Yüzyılın başında adını anmadan benimsendi ve önce 1928, ardından 1937’deki anayasa değişiklikleriyle, adı da konuldu. Laiklik, Cumhuriyet’in temel ilkelerinden biri olarak sonraki anayasalarda yer aldı.

Bülent Ecevit’in tanımıyla laiklik, ‘Cumhuriyet’in Aşil topuğu’dur. Öldürücü biçimde ancak oradan vurulabilir ve vuruluyor. Siyasal İslamcı ideolojinin taraftarlarınca. Cumhuriyet’e değil, ‘laik Cumhuriyet’e karşı olanlarca. Ve Türkiye Cumhuriyeti, laik bir cumhuriyet. Laikliği eksiltirseniz, cumhuriyet kupkuru, teknik bir kavrama dönüşür. Türkiye’deki varlığı, laikliğin varlığına bağlıdır. Kuşkusuz ‘sıradan’ bir yurttaş laikliğe kaşı olabilir. Burada bilinmesi gereken, laiklik karşıtlığının aynı zamanda ve kaçınılmaz olarak demokrasi karşıtlığı anlamına geldiği. Hem laiklik/sekülerlik karşıtı, hem........

© Diken


Get it on Google Play