Cem Eroğul’un sevgili arkadaşları Yavuz Sabuncu, Ömür Sezgin, Rona Aybay ve Salih Er’e özlemle…

Uzun bir yazı.

Biri hayattayken, ‘hakkında’ yazılması pek âdetten değil. Ancak, kimin önce gideceğini kestirmek mümkün olmuyor, her zaman ‘sıralı’ vermediği malum. Ben yazabiliyor ve hoca da okuyabiliyorken, bugün 80 yaşına giren hocam Cem Eroğul hakkında bir doğum günü yazısı kaleme almak istedim. İstedim istemesine de, okuyacağı için, nasıl başlayacağımı bilemiyorum, tam olarak ne yazacağımı da. Hal böyleyken, bir insandan, bir hocadan, bir akademisyenden, eski akademi ve eski Türkiye’den söz edecek yazının içeriğini ve gideceği yeri ‘yazı’ya bırakmak, herhalde en doğrusu olacak.

Daha önce, üniversiteden atıldıktan sonra kaleme aldığım veda yazısında anlatmıştım, zararı yok, bir kez daha…

Mülkiye Anayasa Kürsüsü asistanlık sınavını kazandığım açıklandı, hoca, “Birkaç saat içinde odama gelirsen sevinirim” dedi. Gittim. Karşısındaki koltuğa oturdum. Kutlayan bir-iki cümle sarf ettikten sonra arkasındaki duvarda asılı üç çerçeveyi gösterdi. Mümtaz Soysal, Muammer Aksoy ve Bahri Savcı’nın fotoğrafları. 1961 Anayasası’nın mimarlarından, üç büyük isim. Mealen, “Hocaların huyu suyu farklıdır, dünya görüşleri, kişilikleri… Ancak hiçbiri mesleğine, halka ihanet etmedi ve üçü de çok çalışkandı. Eğer sen de çok çalışırsan burada kalırsın, seni fazla dinlenmiş görmek istemiyorum, işini düzgün yapmazsan, kaytarırsan, kamu kaynağını tüketmene izin vermem, haberin olsun” dedi. “Peki,” diyerek odasından çıktım. 29 yıl önce.

Özerk üniversite yıllarının, o özerkliğin değerini bilenlerin kuşağından ve ‘iç denetim’in gerekliliğini savunuyor, sözlerinin amacı buydu. Kendi tabiriyle -rahmetli Tuncer Bulutay’ı da anarak- özerk üniversite çalışanı, okulun kalemini kâğıdını israf etmeyen, akşam çıkarken lambaları kapatan, kurumuna sahip çıkan akademisyenlerden oluşurdu. “Asistanı, hocası yorar, denetler, uyarır; anabilim dalına, bölüme hesap verir akademisyen. Aksi takdirde başkalarına düşer o denetim, sen yapmazsan birileri mutlaka yapar.” Nitekim YÖK düzeni bunu yaptı. Hoca, YÖK’le birlikte ‘bildikleri’ üniversitenin sonra erdiğini düşünenlerdendir, yalnız olmadığını tahmin ediyorum.

Odasına girdim, daktilosunun başında… Sıkkın ve yorgun görünüyordu. “Yıllardır üniversite konusunda görüş isterler, ben de yazar veririm; her şey daha kötüye gitti, ama vazgeçmemek, inatla anlatmak gerekiyor.”

Sona erdiğini düşündüğü üniversitede çalıştığı yıllarda, işini bir gün dahi aksattığını, savsakladığını görmedim. Aynı inatla, yeni başlamış gibi heyecanla okuyup yazan, ders anlatan bir hoca.

Cem Eroğul, İzmirli. Oradan İstanbul, sonra Mülkiye. İzmirli olduğunu anlamak kolay, kapalı ve sıcak bir salonda üşüdüğü için gocuğunu çıkarmayan biri varsa, o İzmirlidir. 1940’ların, 50’lerin İzmir’inin, insan çeşitliliğinin, yakın çevresindeki farklı inanç ve kültürlerin izi çok belirgin. Muhatabını, sabır ve inatla anlamaya çalışır.

Fransızcayı çocukken öğrenmiş, İngilizce daha sonra. Bu yüzden, İngilizce kitap yazmış olmasına karşın (‘Devlet Nedir?’ başlıklı kitabın aslı İngilizcedir), asıl bildiği dilin Fransızca olduğunu söyler. Biraz Rumca, bir ara Rusça denemiş. Önce Saint Joseph. Hukuk fakültesinde okumaya niyetliyken bir yakınları kanına girmiş, Mülkiyeli olmuş. Mülkiye’de hayali diplomat olmak, tâ ki hocası Bahri Savcı’yı kürsüde görene dek…

1960-61 döneminde öğrencilik başlıyor, 27 Mayıs’ın hemen ardından, Ankara ve Mülkiye’nin en canlı zamanları. İlkokula beş yaşında başladığı için üniversiteyi de 20 yaşında bitirmiş. Yüksek lisans için Paris’te. Çok genç.

O dönem öyle sosyalistlik, Marksist yayınlar filan pek bilinen, rağbet gören şeyler değil; Fransa’da tanışıyor Cem hoca Marksizm’le ve bir ömür sürecek bağlılık öylece başlıyor. Kendi anlatımıyla, okuldayken Marx’ı yalnızca bir kez, Aydın Yalçın’ın olumsuz sözleriyle duymuş. Nazım’ı da, Yön dergisinden ‘Kurtuluş Savaşı Destanı’nı yazan vatan şairi olarak biliyor ve ‘Komünist Nazım’ı pek tanımıyor. Orada, Paris’te, Brezilyalı arkadaşı tanıştırmış Nazım’la ve bir gün Salle Pleyel’de, Aragon’un, Yves Montand’ın ve Comédie Française’in şöhretli oyuncularının sahnede Nazım şiirlerini okuduğu akşamın büyüsünü hiçbir zaman unutmamış.

Maurice Duverger’in, Marcel Prélot’un, Jean-Jacques Chevallier’in öğrencisi olan hocanın yüksek lisans tezi ‘Bertrand Russell’ın Siyasal Düşüncesi’. 1965 sonunda Türkiye’ye döndüğünde, artık komünist bir akademisyen.

Mülkiye’de, Bahri hocanın asistanı olarak göreve başladığı tarih 1966. Doktora tezi, herhalde en bilinen çalışması, ‘Demokrat Parti-Tarihi ve İdeolojisi’. Türkiye’de kaleme alınmış ilk parti monografisi. Demokrat Parti tezini yazarken Georges Politzer’in ‘Felsefenin Başlangıç İlkeleri’ni çevirir. Ekim 1966’da Sol Yayınları’ndan çıkar kitap. Eh, kaçınılmaz biçimde, hakkında komünizm propagandası suçlamasıyla dava açılır ve eski TCK’nın 142’nci maddesi uyarınca yedi buçuk yıl hapis cezası istenir. Türkiye’de ‘ileri demokrasi’ olmayan yıllar! O esnada TİP’te, Boran-Aren ekibine yakın ve eğitim faaliyetlerine aktif biçimde katılıyor.

Hoca, 12 Mart ve 12 Eylül’de İngiltere’de. 12 Mart’ta kendisi İngiltere’de, ancak anayasa kürsüsü olduğu gibi cezaevinde. Soysal, Aksoy, Savcı… Üçü de tutuklu.

Şimdi öyle siyasetçi yok, “Behice hanım o kürsüye çıkıp da konuşmaya başladığında devleşirdi.”

Sevip saydığı çok insan var tabii, yitirdiği sevgili arkadaşları… ancak Bahri Savcı ve Behice Boran’dan söz açıldığında gözleri başka türlü parlıyor. Gerçi, TİP’te görev alıp da Behice Boran’a hayranlık duymayan birini tanımadım, rahmetli Ömür Sezgin de öyleydi, Boran’ın, Sadun Aren’in ismi geçince yüzü gülerdi. TİP’in yeri başka Cem hoca için. Solun umut vadettiği, heyecan verdiği yılların, idealleri olan, kamucu, devrimci Mülkiyelisi için.

12 Mart ardından Türkiye’ye dönünce, aile kurma aşaması. Eşi Berrin hanım olmadan Cem hocayı hayal etmekte zorlanıyorum. Ali ve Ayşe darılmasın…

1997’de, Bahri Savcı’yı anma toplantısında konuşan hocam rahmetli Yavuz Sabuncu, Bahri ve Sudiye Savcı için ‘firma‘ benzetmesini yapmıştı. Bana, hoca ve Berrin hanım da ‘bir’ gibi gelir doğrusu. Her başarılı ‘erkek’ akademisyenin yanında fedakâr bir kadın vardır; tersi geçerli mi, pek emin değilim.

1973’te doçent oluyor, saf bir anayasa hukuku çalışmasıyla; internetin olmadığı bir zamanda yeryüzündeki tüm anayasaları inceleyip kaleme aldığı, ‘Anayasayı Değiştirme Sorunu.’ Aynı alanda sürdürdüğü çalışmaların bir sonraki ürünü, 1977’de yayınlanan, ‘Türk Anayasa Düzeninde Cumhuriyet Senatosu’nun Yeri’ başlıklı kitap. Bu arada diğer akademik çalışma ve idari görevler vs. sürüyor.

Bahri Savcı, 1956-57 ders yılında Türkiye’de ilk kez insan hakları öğretimini SBF’de başlatır ve Muammer Aksoy’la Mümtaz Soysal, insan hakları alanının önemli isimleri. Cem hocanın çok emek harcadığı alanlardan biri bu. İnsan hakları eğitimi bakımından arşiv değeri olduğu için, burada hocanın kürsüyü anlattığı bir konuşmasından alıntı yapacağım:

1977-78 ders yılında, Uluslararası Alanda İnsan Hakları dersi okutulmaya başlandı. 1978 yılında ise, kurumlaşma yolunda en köklü adımı atmak için, fakültede bir insan hakları merkezinin kurulması çabasına girişildi. Ağustos 1978’de, Dekan Prof. Cevat Geray, bu enstitüyü hazırlamak üzere kendi başkanlığında şu üyelerden oluşan bir komisyon kurdu: Rona Aybay, Cem Eroğul, Can Hamamcı, Ömer Madra, Yavuz Sabuncu ve Fazıl Sağlam. Bu hazırlık çerçevesinde, Cem Eroğul ile Can Hamamcı, altışar haftalık birer staj için Paris’e, UNESCO İnsan Hakları ve Barış Bölümüne gönderildi. Merkezin yanı sıra, bir de UNESCO’nun öncülüğünde bir uluslararası insan hakları konferansı toplama hazırlıklarına girişildi. SBF İnsan Hakları Merkezi’nin kuruluş yönetmeliği 18 Aralık 1978 günlü Resmî Gazete’de yayınlandı…” (Söz konusu konferans İstanbul’da, Tarabya Oteli’nde, 28-30 Mart günlerinde, Karel Vasak yönetimindeki UNESCO İnsan Hakları ve Barış Bölümü, SSCB, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya, Suriye ve Irak temsilcilerinin, Türkiye’den de çok sayıda üniversite öğretim üyesinin katılımıyla yapılmıştır.)

1979’da bir kez daha, çoluk çocuk İngiltere yolları görünüyor. İngiltere yıllarında, kendi ifadesiyle ‘devlet’ sorunsalı kafasında şekillenir ve ‘An Essay on the Nature of the State’ (Devlet Nedir?) kitabını yazar. Bu dönemin son çalışması ise devlet sorunsalını kullanarak belli bir siyasal hakkı somutlama amacıyla kaleme aldığı, ‘Devlet Yönetimine Katılma Hakkı’ başlıklı kitap. Bana kalırsa değeri yeteri kadar bilinmemiş, özgün bir katkıdır.

1981’de, yeniden Türkiye. 12 Eylül Türkiyesi ve üniversitesi. YÖK, o kuşağın bildiği üniversitenin sonunu getirmiştir. Aralık 1982’de 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu değiştirilir ve sıkıyönetim komutanlarına, sorumluluk bölgelerindeki kamu çalışanlarını sorgusuz sualsiz işten attırma yetkisi verilir: “Bu şekilde işlerine son verilen memurlar, diğer kamu görevlileri ve kamu hizmetlerinde görevli işçiler bir daha kamu hizmetlerinde çalıştırılamazlar.” Tanıdık gelmiştir!

12 Eylül darbesi bizim kürsüyü de vuruyor. Muammer Aksoy 1977’de siyasete girmiş, Fazıl Sağlam 1980’de doçent olmuştu. Kürsüde iki asistan var, Yavuz Sabuncu ve Fadıl Kocagöz. Darbe sonrasında Bahri Savcı, Cem Eroğul ve Fadıl Kocagöz üniversiteden atılıyor. Bu duruma tahammül edemeyen Fazıl Sağlam 1983’te üniversiteyi bırakıyor.

Sonrası, başka bir macera…

Atıldıktan yaklaşık bir yıl sonra Fransız Kültür Merkezi’nde Fransızca öğretmeni olarak iş bulur. Kendi ifadesiyle, ‘musluk talimatnamesinden cinayet romanına’ dek ne var ne yok çeviriyor.

Atılışının beşinci yılında, Fransız büyükelçiliğine bağlı ortaokulda Türkçe öğretmenliğine başlıyor. ‘Öz Türkçe’ aşkı böyle başlamış. Bugüne dek süren bir aşk ve siyasi mücadele aracı.

Ve atıldıktan yedi yıl sonra, 1990’da Danıştay kararıyla kürsüye dönüyor. Yeri gelmişken, ben ve Dinçer Demirkent, Bahri Savcı’nın üniversiteden atıldığı 7 Şubat 1983’ten tam 34 yıl sonra ‘aynı gün’, 7 Şubat 2017’de atıldık ve yedi yıl sonra iade edildik. Bu durum yalnızca Türkiye’de ‘devletin devamlılığı‘nı değil, aynı zamanda anayasa kürsüsünün geleneklerine ne denli bağlı olduğunu da gösteriyor!

Hocayla üçüncü sınıfta, 1991’de, Türkiye’nin anayasal düzeni dersinde tanıştım. Yavuz Sabuncu, Çağdaş Devlet Düzenleri dersini veriyordu. Cem hoca dikkat çekecek kadar sistematik ders anlatırdı, ilk ve son cümlesi belli gibiydi. Nitekim tanıyınca, her dersine saatlerce ve disiplinle hazırlandığına tanık oldum. Kuşkusuz ‘hafıza’ sorununun da payı var bu hazırlıkta. Hafıza…

Dedi ki, “Akşam Danıştay’ın kuruluş yıldönümü, beni de davet ettiler, gitsem iyi olur, işin yoksa birlikte gidelim.” Allah Allah, ben ne yapacağım orada! Neyse, var herhalde bir bildiği, dedim içimden. Akşam törendeyiz, kokteyl faslında bir yarım saat kadar oyalanacağız. Karşıdan biri geliyor, hoca kolumdan tutup “Kimdi bu gelen?” diye soruyor. Bir kişi daha, bir kişi daha… Anladım neden birlikte gittiğimizi, hafızasına güvenmediği için, karşılaştıklarını bana soracak, böylece mahcup olmayacak.

Gel gör ki ben de vitamin kullanıyorum hafızamın güçlenmesi için, ‘tencere dibin kara’ misali. Allahtan sorduklarını hatırladım, pek sorun yaşamadık. Kendimden sonra, tanıdığım en zayıf hafızalı insandır. Gerçi, bazen öyle şeyler hatırlıyor ki acep hocanın hafıza derdi İsmet Paşa’nın ‘işitme’ sorunu gibi, seçici bir unutkanlık mı diye düşündüğüm olmuştur! Hatırlamadığı için not alır, dosya tutar. Benim de bir dosyam vardı, şu tarihte şunu konuştuk, bu tarihte bunu önerdim vs… Emekli olurken bana verdi. Yavuz Sabuncu ise fil hafızalıydı. Belki de kaderin, kürsü içi dengeyi sağlayan bir oyunuydu bu durum.

Hocanın ders notu olarak hazırlayıp okuttuğu, ‘Anatüzeye Giriş’ ve ‘Çağdaş Devlet Düzenleri’ başlıklı kitapları bir yana… Yıllar süren çalışmasının ürünü ‘Birey Nedir? Öz Türkçe Bir Marksist Yaklaşım Denemesi’nin yeri apayrı. Çalışma 2014’te yayınlandı (Yordam). Eserin İngilizcesi, 2022’de ‘Marxism and the Individual’ başlığıyla Palgrave Macmillan Yayınevi’nden çıktı.

Cem hoca, son olarak Kadir Has Üniversitesi’nde düzenlenen ‘Historical Materialism (Tarihsel Maddecilik) İstanbul 2024’ sempozyumunda, ‘Revolutionary Strategy for Today‘ (Günümüzde Devrimci Strateji) başlıklı nefis bir konuşma yaptı. Son konuşması olduğunu ifade ederek.

Bitip tükenmez bir çalışma, öğrenme arzusu. Memlekette nadir görülen bir akademisyen hasleti, merak ve yeniliklere açıklık. Hâlâ, her gün internet başında dünyada ne olup bittiğini, hangi akımların güç kazandığını, özellikle Marksist yayınları, kadın hareketini vb. takip ediyor. Bana kalırsa insanın zihnini her daim canlı tutan merak duygusu, öğrenme ve tartışma isteği, farklı görüşlere tahammül, son derece belirleyici hasletler. Bir de azim ve sabır.

Odasındayım. Bilgisayara bakıyor, başını kaldırdı, burnunun üzerinde okuma gözlüğü, Japonları eleştiriyor! Yabancı bir gazetede, Japonların insan ömrünü bilmem kaç yıla çıkaracak bir şeyler keşfettiğini okumuş, sinirlenmiş. “Hah enayi Japonlar, iyi halt etmişler, iki büklüm yaşayalım diye uğraşıyorlar, akılsızlar!”

Allah uzun ömür versin (bu temenniye köpüreceğini biliyorum), uzun yaşama tutkusunu anlamsız bulur, uzun yaşam düşüncesinden hazzetmez. Türkiye’de, ötanazi/gönüllü-onurlu ölüm üzerine kafa yoran (ayrıca, gönüllü ölüm hakkını savunan) ilk akademisyenlerden ve konuya ilişkin ilk bilimsel makalenin yazarı.

Hocayla tartışmak, konuşmak, zaman geçirmek… Bu ifadeler pek çok genç akademisyen için bir anlam ifade etmiyor muhtemelen. Asistana ve öğrenciye emek harcamak eskisi kadar popüler değil, meşguliyet ve sürat devrindeyiz. Oysa asistan ‘akademinin fidanlığı’ demekti, o nesil için. Araştırma görevlisi değil, asistan. Akşam belli bir saate dek odasında olurdu Cem hoca ve kendisiyle konuşmak isteyen bir birinci sınıf öğrencisiyle bir profesöre aynı muameleyi yapar, aynı özeni gösterir, hatta öğrencilerin, asistanların bir şeyler sormasından daha mutlu olurdu. Muhtemelen, yaşamayı bir görev kabul etmesiyle ilgili bu ‘emekçi’ tutum. Öyle görür hakikaten.

Odasında… Baktım, ayaklarını uzatmış, bitkin görünüyor, birkaç saatlik dersten çıkmış. “Senden bir şey rica edeceğim ama çok utanıyorum” dedi. “Buyurun” dedim. “Biliyorsun hiç âdetim değil ama ayağa kalkamayacak kadar yorgunum.” “Hocam, söylesenize rica ederim.” Sıkılarak devam etti: “Şu kâğıdın fotokopisini çektirebilir misin bizim fotokopicide!” Onca yıl, kendi işi görüp de benden talep ettiği tek ‘iş’.

İşte bu da özerk üniversiteye bağlılığı ve akademiye bakışıyla ilgili bir tutumdu. ‘Asistan’ denetlenir, eleştirilir, yetiştirilir, ancak hoca kendi işini kendi yapar; asistanı kullanmaz, sınav kâğıdı okutmaz, vermesi gereken derse sokmaz. Asistanlığımın üçüncü-dördüncü yılında birkaç saat Yavuz hocanın dersine girmiştim, eğitimin parçası olduğu için. Demek ki “Sömürüye karşıyım” demekle olmuyor, ‘sömürmemek’ de gerekiyor. Neyse ki şu hayatta, ilkeli bir Marksist nasıl olunur, gördüm, yaşadım… büyük şanstır benim için. Bu sayede, akademideki taklitleri ve ırkçı/ayrımcı eğilimlerini Marksizm perdesi arkasına gizlemeye çalışan şarlatanları kolaylıkla ayırt edebiliyorum.

Üçüncü sınıftayken, 1991’de, arada bir hocanın odasına bir şeyler sormak, -hadi itiraf edeyim- biraz da ‘göze girmek’ için uğradığım aylarda, bir gün, “Ben asistan olmak istiyorum” deyiverdim. Son derece formal, hiç umut vermeyen bir şeyler söyledi ve birkaç gün sonra uğramamı istedi. Gittim. Elinde, daktiloyla yazılmış birkaç sayfa. “Eğer akademisyen olmak istiyorsan, öncelikle bu listedekilerden haberdar olmalısın, bunlar benim önerilerim, sen de istediğin kadar ekleyebilirsin tabii” dedi.

Listede, Türk ve dünya edebiyatının tüm klasik eserleri vardı neredeyse, bir kısmını okumuştum. Ne yazık ki kaybettim o listeyi. Akademi, hele ki sosyal bilimler için entelektüel merakın ve disiplinler arası okumanın, sanatla ilişkinin, sınav notları kadar, hatta daha önemli olduğunu fark ettiğim zamandı. Pişmek için, yontulmak için, çözümleyebilmek için, duyarlılık için, dünyayı kendinden ibaret saymamak için… bilemiyorum, ne derseniz deyin.

Orhan Koçak, Akif Kurtuluş’un bazı yazıları (proletkült vs.) üzerine kaleme aldığı bir yazı dizisinde, memleket (Türk ve Kürt) solunun zihin dünyasını, ‘biraz uzun süreceği belli kapalı ve yağmurlu bir hava’ya benzetir. Erken yaşta düşünmeyi bırakan, hatta hiç başlamamış, meraktan ve polemik hevesinden yoksun ‘münevver’ az değil. Hele ki hukuk camiasında!

Cem hocanın en hoş bulduğum yanlarından biri, herhalde, sona ermeyen öğrenme isteği, bir tarihte ve çalışmada donup kalmaması. Bir de eleştiriye katlanabilmesi. Hocayı eleştirdiğim, öfkelenip bunu dile getirdiğim çok olmuştur, her zaman olgunlukla karşıladı. Zor insandır, zor hocadır… buna mukabil, ‘hoca’dır. 20’li yaşlarında asistan olmuş, bir işe girmişsin, Türkiye’de yaşıyorsun, kültür belli, akademik gelenekler belli, öyle kolay değil hocaya karşı çıkmak; öğrenmek, birinin size bunu öğretip o alanı açması, ferahlatması gerekiyor. Dedim ya, şanslı bir asistandım.

Sürekli bir şey yazmamı istiyordu. İlk aylarda, bir akşam, elime üç-beş soru tutuşturdu ve “Evde, kitap filan açmadan şu soruları yanıtla” dedi. Sabaha kadar oturdum, içim gitti ama ayıp olmasın diye kitaplara bakmadım, galiba yirmi sayfaya yakın (el yazısıyla, o zaman bilgisayarımız yok!’) yazıp götürdüm. Diyelim, o sıralar Kadro Dergisi ile ilgilendiğimi söyledim; hemen, “Ne güzel, iki sayfa yaz gel ne düşündüğünü,” derdi. Ya da herhangi bir konuda, sürekli “Yaz, getir.”

Düşünmeyi, sistematize etmeyi, düzgün yazmayı, rahmetli Oğuz Aral’ın tabiriyle ‘gereksiz taramalardan kaçınma’yı öğretmeye çalışıyordu. Her yazdığımı hemen okudu ve odasında yanıma oturup satır satır eleştirdi. Pek beğenerek götürdüğüm yazılarımı kızıla boyadı. Önce Cem hoca, ardından Yavuz hoca boyuyordu, kırmızı kalemle. Hatta bazen, o esnada artık Fakülte’de olmayan, ancak her zaman kürsü hocamız kalan Fazıl Sağlam da okur, biraz da o kızartırdı metni. Sürekli denetledikleri asistanlarının ‘düşüncesine’ bir gün olsun müdahale etmediler. Benim için, neredeyse sınırsız bir düşünce özgürlüğü deneyimidir Kürsü.

Akademisyenin hemen her zaman, ‘Hiçbir şey bilmiyorum’ duygusu ve tedirginliğiyle yaşaması gerektiğini, her şey gibi, öğreniyorsunuz. Şimdi, şu yıllarda, ‘şımartmama’nın ne denli hayati bir önlem olduğunu daha iyi anlıyorum. Gerçi bazen, ‘Aslında arada bir iltifat etselerdi fena olmazdı’ diye düşündüğüm olmuştur!

Cem noca, ‘emek’tir benim için, akademi için… sonsuz, bitip tükenmez bir emek. Yaşamayı görev kabul eden; örneğin, ‘gönüllü ölüm’ hakkını savunmasına karşın, çocuğu olana “Artık ölme hakkın yok” uyarısını yapma gereği hissettiren bir yoldur, hocanın yaşamı. Üzüm üzüme baka baka… Bazen ders anlatırken onun gibi tepkiler verdiğimi fark ediyorum, kurduğum bir cümle, pek benzer görünüyor. ‘Kürsü terbiyesi’ nedir, derseniz; bunca yıl sonra dahi bir şey yazar ya da anlatırken, ‘Hocalara ayıp olur’ kaygısını taşımak ve kendine çeki düzen vermektir, derim.

Sevgili hocam,

Şimdi, ‘çok uzun bir ömür’ dilesem sinirleneceksiniz, biliyorum. Dileğiniz neyse o olsun, sağlıklı, sevdiklerinizle birlikte ve içinizden geldiği kadar. Ülkenin ve Mülkiye’nin zor günlerinde dahi ‘kürsünüz’, geleneğin değerini bilen ‘asistanlarınz’ın elinde, şu sıralar kuyruğu dik tutmaya çalışıyor. Gün gelir, yine şenlenir.

Benim size borcum ise ödenebilecek bir borç değil. Sağolun…

QOSHE - Bir Cem Eroğul yazısı; mutlu yıllar hocam… - Murat Sevinç
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bir Cem Eroğul yazısı; mutlu yıllar hocam…

121 44
25.05.2024

Cem Eroğul’un sevgili arkadaşları Yavuz Sabuncu, Ömür Sezgin, Rona Aybay ve Salih Er’e özlemle…

Uzun bir yazı.

Biri hayattayken, ‘hakkında’ yazılması pek âdetten değil. Ancak, kimin önce gideceğini kestirmek mümkün olmuyor, her zaman ‘sıralı’ vermediği malum. Ben yazabiliyor ve hoca da okuyabiliyorken, bugün 80 yaşına giren hocam Cem Eroğul hakkında bir doğum günü yazısı kaleme almak istedim. İstedim istemesine de, okuyacağı için, nasıl başlayacağımı bilemiyorum, tam olarak ne yazacağımı da. Hal böyleyken, bir insandan, bir hocadan, bir akademisyenden, eski akademi ve eski Türkiye’den söz edecek yazının içeriğini ve gideceği yeri ‘yazı’ya bırakmak, herhalde en doğrusu olacak.

Daha önce, üniversiteden atıldıktan sonra kaleme aldığım veda yazısında anlatmıştım, zararı yok, bir kez daha…

Mülkiye Anayasa Kürsüsü asistanlık sınavını kazandığım açıklandı, hoca, “Birkaç saat içinde odama gelirsen sevinirim” dedi. Gittim. Karşısındaki koltuğa oturdum. Kutlayan bir-iki cümle sarf ettikten sonra arkasındaki duvarda asılı üç çerçeveyi gösterdi. Mümtaz Soysal, Muammer Aksoy ve Bahri Savcı’nın fotoğrafları. 1961 Anayasası’nın mimarlarından, üç büyük isim. Mealen, “Hocaların huyu suyu farklıdır, dünya görüşleri, kişilikleri… Ancak hiçbiri mesleğine, halka ihanet etmedi ve üçü de çok çalışkandı. Eğer sen de çok çalışırsan burada kalırsın, seni fazla dinlenmiş görmek istemiyorum, işini düzgün yapmazsan, kaytarırsan, kamu kaynağını tüketmene izin vermem, haberin olsun” dedi. “Peki,” diyerek odasından çıktım. 29 yıl önce.

Özerk üniversite yıllarının, o özerkliğin değerini bilenlerin kuşağından ve ‘iç denetim’in gerekliliğini savunuyor, sözlerinin amacı buydu. Kendi tabiriyle -rahmetli Tuncer Bulutay’ı da anarak- özerk üniversite çalışanı, okulun kalemini kâğıdını israf etmeyen, akşam çıkarken lambaları kapatan, kurumuna sahip çıkan akademisyenlerden oluşurdu. “Asistanı, hocası yorar, denetler, uyarır; anabilim dalına, bölüme hesap verir akademisyen. Aksi takdirde başkalarına düşer o denetim, sen yapmazsan birileri mutlaka yapar.” Nitekim YÖK düzeni bunu yaptı. Hoca, YÖK’le birlikte ‘bildikleri’ üniversitenin sonra erdiğini düşünenlerdendir, yalnız olmadığını tahmin ediyorum.

Odasına girdim, daktilosunun başında… Sıkkın ve yorgun görünüyordu. “Yıllardır üniversite konusunda görüş isterler, ben de yazar veririm; her şey daha kötüye gitti, ama vazgeçmemek, inatla anlatmak gerekiyor.”

Sona erdiğini düşündüğü üniversitede çalıştığı yıllarda, işini bir gün dahi aksattığını, savsakladığını görmedim. Aynı inatla, yeni başlamış gibi heyecanla okuyup yazan, ders anlatan bir hoca.

Cem Eroğul, İzmirli. Oradan İstanbul, sonra Mülkiye. İzmirli olduğunu anlamak kolay, kapalı ve sıcak bir salonda üşüdüğü için gocuğunu çıkarmayan biri varsa, o İzmirlidir. 1940’ların, 50’lerin İzmir’inin, insan çeşitliliğinin, yakın çevresindeki farklı inanç ve kültürlerin izi çok belirgin. Muhatabını, sabır ve inatla anlamaya çalışır.

Fransızcayı çocukken öğrenmiş, İngilizce daha sonra. Bu yüzden, İngilizce kitap yazmış olmasına karşın (‘Devlet Nedir?’ başlıklı kitabın aslı İngilizcedir), asıl bildiği dilin Fransızca olduğunu söyler. Biraz Rumca, bir ara Rusça denemiş. Önce Saint Joseph. Hukuk fakültesinde okumaya niyetliyken bir yakınları kanına girmiş, Mülkiyeli olmuş. Mülkiye’de hayali diplomat olmak, tâ ki hocası Bahri Savcı’yı kürsüde görene dek…

1960-61 döneminde öğrencilik başlıyor, 27 Mayıs’ın hemen ardından, Ankara ve Mülkiye’nin en canlı zamanları. İlkokula beş yaşında başladığı için üniversiteyi de 20 yaşında bitirmiş. Yüksek lisans için Paris’te. Çok genç.

O dönem öyle sosyalistlik, Marksist yayınlar filan pek bilinen, rağbet gören şeyler değil; Fransa’da tanışıyor Cem hoca Marksizm’le ve bir ömür sürecek bağlılık öylece başlıyor. Kendi anlatımıyla, okuldayken Marx’ı yalnızca bir kez, Aydın Yalçın’ın olumsuz sözleriyle duymuş. Nazım’ı da, Yön dergisinden ‘Kurtuluş Savaşı Destanı’nı yazan vatan şairi olarak biliyor ve ‘Komünist Nazım’ı pek tanımıyor. Orada, Paris’te, Brezilyalı arkadaşı tanıştırmış Nazım’la ve bir gün Salle Pleyel’de, Aragon’un, Yves Montand’ın ve Comédie Française’in şöhretli oyuncularının sahnede Nazım şiirlerini okuduğu akşamın büyüsünü hiçbir zaman unutmamış.

Maurice Duverger’in, Marcel Prélot’un, Jean-Jacques Chevallier’in öğrencisi olan hocanın yüksek lisans tezi ‘Bertrand Russell’ın Siyasal Düşüncesi’. 1965 sonunda Türkiye’ye döndüğünde, artık komünist bir akademisyen.

Mülkiye’de, Bahri hocanın asistanı olarak göreve başladığı tarih 1966. Doktora tezi, herhalde en bilinen çalışması, ‘Demokrat Parti-Tarihi ve İdeolojisi’. Türkiye’de kaleme alınmış ilk parti monografisi. Demokrat Parti tezini yazarken Georges Politzer’in ‘Felsefenin Başlangıç İlkeleri’ni çevirir. Ekim 1966’da Sol Yayınları’ndan çıkar kitap. Eh, kaçınılmaz biçimde, hakkında komünizm propagandası suçlamasıyla dava açılır ve eski TCK’nın 142’nci maddesi uyarınca yedi buçuk yıl hapis cezası istenir. Türkiye’de ‘ileri demokrasi’ olmayan yıllar! O esnada TİP’te, Boran-Aren ekibine yakın ve eğitim faaliyetlerine aktif biçimde katılıyor.

Hoca, 12 Mart ve 12 Eylül’de İngiltere’de. 12 Mart’ta kendisi İngiltere’de, ancak anayasa kürsüsü olduğu gibi cezaevinde. Soysal, Aksoy, Savcı… Üçü de tutuklu.

Şimdi öyle siyasetçi yok, “Behice hanım o kürsüye çıkıp da konuşmaya başladığında devleşirdi.”

Sevip saydığı çok insan var tabii, yitirdiği sevgili arkadaşları… ancak Bahri Savcı ve Behice Boran’dan söz açıldığında gözleri başka türlü parlıyor. Gerçi, TİP’te görev alıp da Behice Boran’a hayranlık duymayan birini tanımadım, rahmetli Ömür Sezgin de öyleydi, Boran’ın, Sadun Aren’in ismi geçince yüzü gülerdi. TİP’in yeri başka Cem hoca için. Solun umut vadettiği, heyecan verdiği yılların, idealleri olan, kamucu, devrimci Mülkiyelisi için.

12 Mart ardından Türkiye’ye dönünce, aile kurma aşaması. Eşi Berrin hanım olmadan Cem hocayı hayal etmekte zorlanıyorum. Ali ve Ayşe darılmasın…

1997’de, Bahri Savcı’yı anma toplantısında konuşan hocam rahmetli Yavuz Sabuncu, Bahri ve Sudiye Savcı için ‘firma‘ benzetmesini yapmıştı. Bana, hoca ve Berrin hanım da ‘bir’ gibi gelir doğrusu. Her başarılı ‘erkek’ akademisyenin yanında fedakâr bir kadın vardır; tersi geçerli mi, pek emin değilim.

1973’te doçent oluyor, saf bir anayasa hukuku çalışmasıyla; internetin olmadığı bir zamanda yeryüzündeki tüm anayasaları inceleyip kaleme aldığı, ‘Anayasayı Değiştirme Sorunu.’ Aynı alanda........

© Diken


Get it on Google Play