menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kaygılanmayın, İçiniz Rahat Olsun!

11 29
13.12.2025

“Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi fark edemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gök kubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.”
Cahit Sıtkı TARANCI

Karanlık iyice çökünce şehre, efil efil yanmaya başlayan gece lambalarının etrafına karasinekler üşüştü. Yaz vakti, tepe ardı derelerden kurbağa vıraklaması; bostanlardan, çeperlerden, bahçelerden; öteberi parklardan çekirge sesleri ufak ufak yükseliyordu. Birkaç kuş mezarlık duvarının üzerinde halen oynaşıyordu. Mahallenin bitişindeki son evin önünden uzun ince, ağır aksak bir gölge belirdi. Neden sonra gölgeyi, yaşlı bir adam takip ediyordu. Elindeki poşette bir somun ekmeği, bir parça da beyaz peynir vardı. Yağsızdı peynir. Mezarlığın çift kanatlı, yer yer boyası dökülmüş yeşil demir kapısına yakınlaşınca durdu gölge, adam da durdu. Her akşam geçtiği kapıyı ilk kez görmüşçesine baktı. Uzun uzun baktı. Sağ elindeki tespihi bileğine doğru itti. Çok değil daha dün sabah, aynı yerde, belediye başkanından bir söz almıştı. “Acele etme bekçi.” demişti Reis Bey. Neymiş efendim, Ölüye yatırım, ölü yatırımmış. Hem bu millet balık hafızalıdır, çabuk unuturmuş. Seçimler yaklaşınca yapılan hizmetlerin tesiri büyük olurmuş. Hele o gün gelsin duvarları da örermiş, kapıyı da boyarmış; hatta bekçi kulübesini de onarırmış. Daha bir sürü tantana… Gömlek cebindeki tabakadan hazır beklettiği tütün sigarasını sabırsız sarkık dudaklarının arasına aldı. Parmakları çakmağa gitti. İlkinde yanmadı, ikinci ve üçüncüde de. Sallamaya başladı çakmağı, nihayet ince, gri, eğri büğrü bir duman yükseldi.

“Esselamü aleyküm.” deyip kapıdan içeriye daldı. Bekçi kulübesinin hemen yanına özensiz atılmış kazma, küreği görünce yeni misafirlerinin olduğunu hemen anladı. Az sonra öteden taze toprak kokusu da gelip yaşlı suratını okşadı. O an yuvarlak gözlerine, çukur avurtlarına ince bir gülücük yerleşti. Ne de olsa ev sahibiydi o, misafire izzet-i ikram da kusur etmemek gerekti. Bir tebessümü yeterdi çoğu zaman, verecek başka bir şeyleri olmayanların.

Kulübenin kapısını açtığında dudaklarındaki sigara bitmek üzereydi. Elindeki poşetleri duvardaki çivilere astı. Köşedeki piknik tüpünün üstündeki alüminyum demliğe su çekti. Çakmağı ikiletmeden yandı bu sefer. Su ağır ağır ısınırken o, tabureyi kaptığı gibi dışarı çıktı.

Akşamın geceye yazıldığı bu demde ortalığı tuhaf bir huzur kaplardı nedense. Oysa daha birkaç saat evvel güneş acımadan tüm hükmünü göstermiş, rüzgâr sessiz, dereler sağır dilsiz, yer gök inim inim inlemişti. Durur mu insanoğlu? Durmaz elbet, o da hırs etmiş. “Mal mülk, şan şöhret” diye çalışıp didinmiş. O vakit topraktaki tohuma, tarladaki mahsule, sanayideki demire alın teri karışmıştı. Ve nihayet bu keşmekeşi, bu hengâmeyi, bu bitmez tükenmez cendereyi; tepelerin ardı sıra uzayan kapkara bir sükût bitirmişti. Ne soğuk, ne sıcak; ne göz kamaştıran bir güneş, ne de göz gözü görmez bir karanlık. İyiyle kötü, yaşamla ölüm arası gibi; her şeyin orta hali. Severdi Osman böylesi havaları. Tabureye oturup sırtını mezarlığın taş duvarına dayadı. Ne kadar........

© dibace.net