menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Yayımla ya da Yok Ol: Sosyal Bilimlerin Anlam Krizi

9 11
12.11.2025

Bilim, hikâyenin en başından beri, insanlığın dünyayı anlama arayışının en tutkulu biçimi olmuştur. Fakat bugün bu arayış, kendisini çoğu zaman bir performans sisteminin, bir yayın endüstrisinin ve bir tür ölçülebilir(?) başarı fetişizminin içinde bulmaktadır. Pek tabii özellikle sosyal bilimler, bu dönüşümden hem en çok etkilenen hem de en çok sorgulanan alandır. Bunun gene sosyal bilimlere içkin çeşitli ve haklı nedenleri elbet var. Zira sosyal bilimler, insanın ve toplumun anlam üretme biçimlerini incelerken, kendisi de o anlam üretim sisteminin bir parçası hâline gelmiştir.

Bir zamanlar üniversite, insanın bilme arzusunun mabediydi. Bugün ise çoğu zaman bir üretim bandı gibi işliyor: makale, rapor, proje, atıf, endeks… Bilimsel araştırmanın doğasındaki merak yerini mecburiyete, yaratıcılık yerini ölçülebilir verimliliğe bırakmış durumda. Bu dönüşüm, ister istemez, hem üniversitenin anlamını hem de sosyal bilimlerin amacını yeniden tartışmayı zorunlu kılıyor.

Sosyal bilimlerin tarihsel rolü, insanın kendisini, toplumunu ve kültürünü anlama çabasıdır. Doğa bilimleri dünyanın işleyişini açıklarken, sosyal bilimler ise “insanın dünyadaki yerini” sorgular. Bir fizikçi doğayı modellemeye çalışır, bir sosyolog ise toplumun kendini nasıl modellediğini inceler. Sosyal bilimler bu yönüyle, doğa bilimlerinden çok daha politik, etik ve kültürel bir nitelik taşır. Bu disiplinler, bireylerin yaşamını doğrudan dönüştürmeyebilir, ama toplumların düşünme biçimini değiştirir. Demokrasi, insan hakları, toplumsal cinsiyet, çevre adaleti gibi kavramlar sosyal bilimlerin ürettiği teorik mirasın ürünleridir. Bu anlamda sosyal bilimler, denilebilir ki, yalnızca dünyayı açıklamakla kalmaz, onu yeniden kurma kapasitesini de ortaya koyar.

Fakat işte tam da burada büyük bir paradoks zuhur eder: Sosyal bilimlerin anlam üretme gücü, modern akademik sistemin yapısal baskıları altında nasıl devam edebilir?

O zaman bandı biraz geriye saralım. 20. yüzyılın ortalarından itibaren, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası dönemde bilimsel faaliyetler devletlerin ve büyük kurumların stratejik yatırımı hâline geldi. Üniversiteler artık yalnızca bilgi üreten değil, verimlilik, rekabet ve ölçülebilir başarı prensipleriyle yönetilen kuruluşlara dönüştü. Bu dönüşüm, özellikle 1980’lerden sonra “publish or perish” mottosuyla simgeleşti: “Yayımla ya da yok ol.” Akademisyenlerin terfi, fon ve saygınlık kazanması artık ürettikleri fikirlerin derinliğiyle değil, kaç makale yayımladıkları ve kaç atıf aldıklarıyla ölçülür oldu. Bugün Türkiye’de herhangi bir üniversitenin genç akademisyenlerinin aralarındaki sohbetlerine kulak misafiri olursanız, yayın zorunluluğunun ağır yükü altında ezilen bu yeni nesil araştırmacıların, eski kuşak profesörlerin sınırlı sayıda ve görece mütevazı nitelikteki yayınlarıyla nasıl akademik unvanlara erişmiş olduklarından yakınan eleştirilerini işitebilirsiniz.

Bu durumun sonucu olarak ortaya çıkan tablo düşündürücüdür. Her yıl on binlerce makale, neredeyse kimsenin okumadığı dergilerde yayımlanmakta, aynı konular, aynı teorik çerçeveler, aynı literatür tekrar tekrar üretilmektedir. Sosyolog Pierre Bourdieu’nün “akademik alan” kuramı burada yeniden anlam kazanır. Bourdieu, bilimin kendi içindeki sembolik sermaye oyunlarını tanımlamıştı. Kim daha çok yayın yaparsa, kim daha çok görünürse o “daha bilimsel” kabul ediliyordu.........

© Daktilo1984