menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Ukrayna’dan Ortadoğu’ya: Emperyalizmin güncel görünümleri*

46 4
20.07.2025

Emperyalizmin 1980’li yıllardan temel bir dönüşümü hem merkez hem de çevre ülkelerindeki iktisat politikalarının ve uluslararası ekonomik ilişkilerin “neoliberal” diye adlandırılan doğrultuda biçimlenmesi ile gerçekleşti.

Neoliberal karşıdevrimi, sermayenin sınırsız tahakkümünü yerleştirme tasarımı olarak adlandırabiliriz. Batı’da 1980 sonrasında Thatcher, Reagan ikilisinin temsil ettiği politikalarla; çevre ülkelerinde ve uluslararası ekonomik ilişkilerde IMF/Dünya Bankası’nın yapısal uyum/reform politikalarıyla hayata geçirildi. Latin Amerika ve Türkiye’de askerî darbelerin de önemli katkısı oldu. 30 yıllık Altın Çağ döneminde sözü geçen tahakkümü aşındırmış olan emek ve bağımsızlık yanlısı dönüşümlerin tasfiyesi, son elli yıl boyunca egemen sermaye blokunun (açıkçası emperyalizmin) ana gündemini oluşturdu.

Bu neoliberal dönüşüm TMMOB Sanayi Kongreleri’nde sürekli incelendi; eleştirildi. Bunlar, iktisat ağırlıklı emperyalizm incelemeleridir. Odamızın ihtisas alanı da kongrelere elbette damgasını vurdu: Türkiye’de sanayinin ve sanayi politikasının sorunları neoliberal politikalar çerçevesinde daima yer tuttu.

Ne var ki, emperyalizmi gündeme aldığımız anda son çeyrek yüzyıla damgasını vuran bir gelişmenin çok da önemli olduğunu, ihmal edilmemesi gerektiğini vurgulamak istiyorum. Emperyalizm, 1980’le aşağı yukarı yüzyılın sonuna kadar dünyayı iktisat politikaları ile biçimlendirmeye çalıştı. Çevre ülkelerindeki askerî darbeler dışında şiddete başvurmadı.
Neoliberal politikaların yol açtığı insani felaketler, askerî darbeleri gerektirmeyebilir. Bunlar daima vardır ve trajik boyutlara ulaştığı kıta Afrika’dır. Afrika’da köylü tarımını koruyan destek politikalarının tasfiyesi kıtlık, açlık, topraksızlık, yoksulluğun yoğunlaşması, açlık gibi yansımalar “barışçı, rıza ürünü” neoliberalizmin özellikle Afrika’daki eserleridir.

Emperyalizmde vurgulamak istediğim değişim, 20. yüzyılın sonunda başladı. Ulusal kurtuluş savaşlarının sömürgeciliğe son vermesi, BM gözetiminde barışçı bir dünya sistemine yol açmadı.

Reel sosyalizmin Avrupa’da bunalıma girerek tasfiyesi emperyalizmin saldırganlaşması ile eşzamanlıdır. 1990’lı yıllardan günümüze kadar uzanan bir zaman dilimi içinde emperyalizmi inceleyeceksek, geleneksel iktisadi boyutlarla sınırlı kalmak yetersizdir, eksiktir.

ABD ve Batı Avrupa emperyalizmlerinin çoğu kez ittifak halinde Balkanlar’dan başlayarak, Ukrayna’ya, Karadeniz kıyılarına uzanan; Ortadoğu’dan Afganistan’a sıçrayan geniş coğrafyada bir dizi rejim (hatta “sistem”)değiştirme operasyonlarına tanık olduk.
Yugoslavya’nın parçalanmasında, Sovyetler Birliği’nin dağılmasında, Doğu Avrupa’daki reel sosyalist rejimlerin tasfiyesinde, neoliberal şok tedavi biçimindeki iktisat politikaları yetersiz kaldı. Sistem dönüşümünü, gerekirse şiddet yoluyla sağlama, denetleme yöntemleri öne çıktı.

Sovyetler Birliği’nin dağılma döneminde fark ettik ki, emperyalizmin “genç” döneminde, 19. yüzyıl ve sonrasında Batı Avrupa devletleri arasında yerleşik olan Rusya fobisi devam etmektedir. Rusya bir devlet ve millet olarak “uygarlık düşmanı”, ezilmesi gereken habis bir güç olma özelliğini sürdürmektedir. Sosyalist sistemi temsil eden sınıfsal bir tehdit olmasının dışında bir “husumet” algısı, Fransa, Britanya ve Almanya’da içkinleşmiştir.
Bu algılama Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra devam etti ve bu nedenle önce Yeltsin, sonra da Putin yönetiminde kapitalistleşen yeni Rusya rejimine verilen taahhütler sistematik olarak çiğnendi.

Amerika Birleşik Devletleri de Batı Avrupa’da yaygınlaşan bu çizgiyi uç noktalarda sahiplendi. Neo-con fanatizmi temsil eden ABD çevrelerinde de “bugünkü özellikleriyle kapitalistleşse dahi Rusya yok edilmelidir; parçalanmalı, dağıtılmalıdır…” görüşü yaygınlaştı. Yeni Rusya’da bu tutumu doğru algılayan lider Yeltsin değil, Putin oldu. Bunun yansımasını Ukrayna Savaşı’yla yaşamaktayız.

Bazı “sol” ve “liberal” çevrelerde de “Rusya ve Çin, emperyalizmin yeni hortlamış biçimleridir” görüşlerin yerleştiğini biliyoruz. Bu akımla burada tartışmak gereksiz; ama bu soruna Marksist bir perspektifle yaklaşmamız gerektiğini ifade edeyim.
ABD’de Obama ve Biden’ın temsil ettiği Demokrat Parti yönetimleri, Rusya ve Çin karşıtlığını açıkça benimsedi. Ukrayna Savaşı da Demokrat Parti iktidarının AB ile Kiev’de ortaklaşa örgütlediği bir “renkli darbe” ile başlatıldı. Rusya’yı zayıflatmayı, sarsmayı, gerekirse çökertecek bir vekâlet savaşı bu arada tasarlandı.

Vekâlet savaşı, emperyalizmin güncel terminolojisinin bir kavramıdır. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin Vietnam Savaşı’ndan sonra algıladığı bir olguya dayanmaktadır. Amerikan halkını sıradan askerler olarak savaşlara katmak imkânsızlaşmıştır; parasal teşvikler dahi yetersiz kalmaktadır. Onların yerini alarak silahlı olarak savaşacak katılacak “vekiller” bulunmalıdır. Vekâlet savaşı modeli önce Ortadoğu’da uygulandı. Batı İttifakı şu anda, Rusya’ya karşı bir savaşı Ukraynalıları “vekil olarak” kullanarak uygulamaktadır.
Savaş Ukrayna sınırlarını aşmakta, Rusya’yı çökertmeyi hedeflemektedir. Ahlaksızca da ilan ettiler ki, “savaş son Ukraynalıya kadar devam edecek…” Cephelerde Amerikalı, İngiliz askerleri değil, Ukraynalılar telef olacak… O kadar ki, Ukraynalıların savaş kayıpları ülkede bir demografik kriz yarattı. Askere alınacak genç nüfus tükendiği anda Ukrayna teslim olacaktır.

Saldırganlaşan emperyalizmin diğer boyutu Ortadoğu’da yaşanmaktadır. İkiz Kuleler saldırısı sonrasında ABD’nin neo-con yönetimi bir Teröre Karşı Savaş ilan etti. Yıkılarak değiştirilmesi gereken “terörist rejimler” teker teker tespit edildi. Ne var ki, ilk hedefler İslamcı iktidarlardan değil, öteden beri emperyalizm ile barışık olmayan laik, göreli olarak ilerici Arap ülkeleri arasından seçildi: Kaddafi, Saddam ve Esad yönetimlerindeki Libya, Irak ve Suriye… Bu ülkeler dönük savaşların ABD ve Britanya’da tasarlandığını; Fransa’nın, kısmen NATO’nun da katılımıyla uygulandığını gördük.

Bu noktada kritik bir soru gündeme geliyor: Cihatçı İslam nereden kaynaklandı? Karşımıza yine Amerika çıkıyor. 1979’u izleyen on yıl boyunca, ABD Afganistan’daki Sovyet birliklerine karşı İslam coğrafyasından çok sayıda Mücahit savaşçısı örgütledi, donattı.

Afganistan’da kurulan Taliban........

© Birgün