menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Eğitimde yapay zekâya anadili ve Sovyet deneyiminden bakmak

17 15
13.12.2025

Eğitim ile yapay zekâ temelli teknolojik imkânların birlikte düşünülmesi, anadili tartışmalarının yükseldiği bu süreçte oldukça elzem. Anadilinde eğitim konusunda teknolojik ve siyasal gelişmeler bakımından zengin bir deneyim sunan Sovyetler Birliği’nin ilk dönemine bakmak, birçok açıdan bize fikir verebilir. Bu yazının iddiası şudur: Anadilinde eğitim ancak toplumsal güç ilişkileri demokratikleştiğinde kalıcı olur. Yapay zekâ, son yıllarda diller arasındaki mesafeyi kısaltan, sınırları aşan ve kültürel üretimin yeni biçimlerini mümkün kılan bir teknolojik eşiğe dönüştü. Ancak bu dönüşüm, her dil için eşit sonuçlar yaratmıyor. Devletli diller, kurumsal destek ve geniş dijital arşivler sayesinde yapay zekâ ekosistemine hızla entegre olurken; devletsiz diller ise bu sürecin dışında kalma riskiyle karşı karşıya.

Bu durumun çözümü yalnızca teknolojinin kendisinde değil, teknoloji ile toplumsal koşullar arasındaki ilişkide saklı. Çünkü yapay zekânın sunduğu imkânlar, toplumsal ve siyasal alanda karşılığı olmayan diller için belirli bir sınırın ötesine geçemiyor. Devletsiz dillerin geleceği; dijital arşivlerin oluşturulmasından eğitim politikalarına, kültürel üretimden gündelik yaşamdaki kullanım pratiklerine kadar geniş bir alanda yeniden düşünülmeyi gerektiriyor. Yani, toplumsal ilişkilerin demokratikleşmesi üzerine kurulmuş bir eğitim anlayışı, teknolojik imkânların da doğru kullanılmasının önünü açar. Agos’ta yayımlanan üç yazıda[1] anadili-teknoloji ilişkisinin teknik boyutunu da tartışmıştım; bu nedenle Sovyetler Birliği deneyimine dönüp bakmak bugün kaçınılmazdır.

Bu, eğitimin kendisinin de demokratikleşmesini gerektiriyor. Sovyetler Birliği bu anlamda bir deneyim taşımaktadır: Neleri ne ölçüde yaptığıyla, nerede neyi eksik bıraktığıyla bize bir tecrübe bırakmıştır. Teknolojinin bu kadar yaygınlaştığı bugünkü dönem ile 1920’lerin Sovyetler Birliği’ni karşılaştırmak, ilk bakışta zor ve hatta anakronik görünebilir. Ancak o dönemde de, kendi bağlamı içinde benzer bir “teknolojik sıçrama” yaşandığını unutmamak gerekir. Kitapların matbaalarda kitlesel olarak basılabilmesi, radyonun gündelik yaşama girmeye başlaması, araba, tren ve kamyon sayısının artması, sinema salonlarının çoğalması, gazetelerin basımı ve dağıtımının ülkenin dört bir yanına yayılması gibi adımlar, dönemin dünyası için son derece önemli imkânlar sağlıyordu. Tüm bu teknolojik araçların eğitim alanında nasıl kullanıldığı, hangi içeriklerle ve hangi sınırlamalarla dolaşıma sokulduğu sorusu, bugün yaptığımız tartışmalar açısından da yol gösterici niteliktedir. Bu teknolojik adımların verimliliğinin ya da kullanım biçimlerinin siyasal ilişkilerin çemberinde kaldığını da unutmamak gerekir.

Konunun önemini anlamak için ilk başta Türkiye’ye bakmak gerekiyor. 2024-25 verilerine göre Türkiye’de zorunlu eğitim çağında olmasına rağmen yaklaşık 1,47 milyon çocuk örgün eğitim dışında bulunuyor.[2] TÜİK’e göre 2010 verilerinde nüfusun yüzde 10’u okuryazar değil ve okuryazar olmayanların yüzde 84’ünü kadınlar oluşturuyor[3]; bu da eğitimde cinsiyet farkının hâlâ kapanmadığını gösteriyor. Bir de bu oran, anadiline gelince son derece düşük seviyede.

Sovyetlerin ilk olarak karşılaştığı eğitim meselesi okuryazarlıktır. 1917 Devrimi sonrasında Sovyet toplumu, geniş bir coğrafyaya yayılmış milyonlarca köylü ve işçiden oluşan, düşük okuryazarlık oranlarına sahip heterojen bir nüfusa dayanıyordu. 19. yüzyıl itibarıyla okuryazarlık oranı Rus İmparatorluğu genelinde oldukça düşüktü; 1897 sayımına göre yetişkinlerin yalnızca beşte biri okuryazardı. Bu durum, Sovyet yöneticileri açısından devrimin kaderiyle yakından ilişkili kabul edildi. Lenin’in yazılarında okuryazarlık, siyasal hayata katılımın ve hatta devlet aygıtının işleyebilmesinin temel koşulu olarak tanımlandı. Lenin, temel devlet işlerinin bile “okuryazar herhangi bir kişi” tarafından yapılabileceğini yazarken, okuryazarlığın kazanılmasını devletleşme ve işçi sınıfının yönetim kapasitesiyle doğrudan ilişkilendirdi. Dolayısıyla eğitim politikası, devrimle birlikte yalnızca toplumsal eşitlenmeyi sağlayacak bir araç değil, sosyalist demokrasinin işlemesinin zorunlu altyapısı olarak ele alındı.

Bu perspektif doğrultusunda 1918’de Halk Eğitim Komiserliği kuruldu ve Lenin’in imzasıyla 1919’da “cehaletin ortadan kaldırılması” kararnamesi çıkarıldı. Bu belgeyle 8-50 yaş arasındaki herkesin okuma-yazma öğrenmesi zorunlu kılındı. Likbez Komisyonu (okuryazarlığın tasfiyesi komisyonu) kuruldu ve 1920’lerde ülke çapında binlerce okuma-yazma merkezi açıldı. Clark’ın sendikal eğitim üzerine yaptığı çalışmada görüldüğü üzere, 1923-1927 döneminde yalnızca sendikalar bünyesindeki kurslara yüz binlerce işçi katıldı. Glushchenko’nun bulguları 1920-1928 arasında 8,2 milyon kişinin likpunkty merkezlerine devam ettiğini gösterir. Bu merkezlerde gündüz vardiyalarından saatlik ücretli izin uygulaması yapılmış, işçiler için ücretsiz eğitim sağlanmıştı. Bu dönemde okuryazarlık kampanyası, ekonomik zorunluluktan ziyade siyasal ve kültürel bir görev niteliğindeydi. Tarihçi Ben Eklof şöyle diyor: “22 yıl içinde (1917–39) Sovyetler Birliği’nin, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın en az yüzyılda başardığını yakaladığı sonucu...”[4]

Lenin döneminde eğitim, toplumsal yapının bütün alanlarını kapsayan geniş bir kültürel dönüşüm programıyla bağlantılıydı. Sheila Fitzpatrick’in ayrıntılı incelemesine göre[5] ilk yıllarda pedagoji alanında büyük bir deneycilik hâkimdi. Okullarda klasik sınav sistemi kaldırılmış, ders kitapları azaltılmış, karma derslikler teşvik edilmiş, öğrencilerin okul yönetimine katılımı sağlanmıştı. “Birleşik Emek Okulu” modeli doğrultusunda eğitim, çocukların hem zihinsel hem bedensel faaliyetlerini birleştirmeyi amaçlıyordu. Bu bağlamda politeknik eğitim kavramı ortaya çıktı; öğrencinin üretim süreçlerine yalnızca gözlemci olarak değil, faal katılımcı olarak dâhil edilmesi benimsendi.

1920-22 arasında okuma-yazma kampanyalarına katılanların çoğunluğu kadındı; öğrencilerin yarıdan fazlası kadınlardan oluşuyordu. Ancak birkaç yıl içinde tablo tersine döndü ve 1923-24 dönemine gelindiğinde kadınlar kurslardaki toplam öğrenci sayısının üçte birinden bile azını oluşturur hâle geldi. Buna rağmen ilerleyen yıllarda oran yeniden toparlandı ve on yılın büyük bölümünde kadın-erkek dağılımı tekrar dengelendi. Bu dengelenme yine de yetersizdir; çünkü okuma-yazma bilmeyenlerin çoğunluğu kadındır.

1918 Sovyet Aile Yasası’nın en önemli niteliği, evliliğin kilise otoritesinden çıkarılması, boşanmanın kolaylaştırılması ve kadın ile erkeğin hukuken eşitlenmesidir; gayrimeşru çocuk kavramının kaldırılması ise aileyi hukuksal olarak özgürleştirici bir kırılma yaratır. Ancak Lenin’in ölümünden sonraki dönemde ve 1930’larda artan baskı ikliminde boşanmanın zorlaştırılması ve kürtajın yasaklanması, aynı zamanda devrimin ilk kazanımlarının geri alınmasıdır.

Çalışma yaşamında sekiz saatlik işgünü, doğum izni, sosyal sigorta ve kadın işçilerin korunması önemli adımlardı; fakat kadın özgürlüğünün bir diğer adımı, ev işlerinin toplumsallaştırılmasıydı. Yemek, çamaşır, temizlik ve çocuk bakımının her hanede ayrı yürütülmesini “küçük özel atölyeler” olarak tanımlayan Sovyet pedagojisi, bunların ancak kamusal yemekhane, çamaşırhane, kreş ve yatılı okul ağlarıyla aşılabileceğini savundu. Daha sonraki dönemde aileyi yücelten yasalarla kadın kimliği ev içine yeniden çekilince Troçki bunu “ailede Thermidor” olarak tanımladı.

Lenin döneminin eğitim politikasının en dikkat çekici yönlerinden biri, anadilde eğitimi Sovyet devletinin kurucu ilkelerinden biri olarak benimsemesiydi. Narkompros (Halk Maarif Komiserliği) yalnızca Rusça okuryazarlığı değil, farklı toplulukların kendi dillerinde eğitim almasını hedefledi. Bu doğrultuda alfabe oluşturma ve standartlaştırma çalışmaları için dil komiserlikleri, çeviri büroları, sözlük ve terminoloji kurumları kuruldu. Korenizatsiya politikası yalnızca yerel dillerde eğitimi değil, yerel eğitim kadrolarının yetiştirilmesini de teşvik ediyordu. Böylece okuryazarlık seferberliği, merkezî kurumların yanı sıra kırsal okuma odaları ve fabrika içi okuma noktaları gibi yerel eğitim ağları üzerinden örgütlendi; halkın kültürel hayata kendi diliyle katılımı hızlandı. Korenizatsiya politikası 1930’ların ortalarına kadar resmî devlet uygulaması olarak sürdü ve Stalin, 1920’lerin başında Milliyetler Halk Komiseri olarak kaleme aldığı metinlerde ulusal dillerin kullanımını ve yerel kadroların yetişmesini desteklediğini ifade ediyordu. Ne var ki bu uygulamadan adım adım nasıl uzaklaşıldığı da bu yazının bir diğer noktasıdır.

Bu dönemde hazırlanan alfabelerin çoğu Latin temelli sistemlere dayanıyordu ve Sovyet halklarının dillerine uygun biçimde düzenlenmişti. Alfabe reformlarının amacı hem dinî yazı türlerinden uzaklaşmak hem de modern bilimsel terminolojiyle uyumlu bir yazı modeli yaratmaktı. Bu bağlamda, 1920’lerde ve 1930’ların başında Kuzey Kafkasya, Orta Asya ve Volga bölgesinde birçok halk Latin alfabesine dayalı okuma-yazma eğitimi almaya başlamıştı. Yerel dillerde ders kitapları, gramer kitapları ve terminoloji sözlükleri üretiliyor, eğitim materyalleri sistematik biçimde hazırlanıyordu. 80’den fazla dilde eğitim veriliyordu ve bu dillerde gazeteler, kitaplar basılıyordu.

Anadilinde eğitim uygulamasının arkasındaki temel anlayış, Sovyet eğitim sisteminin kültürel işlevine dayanıyordu. Lenin döneminde okuryazarlık kampanyasının amacı yalnızca harf çözme becerisi kazandırmak değil, halk kitlelerinin politik hayatın bilinçli katılımcıları hâline gelmesiydi. Bunun için eğitim sürecinin halkın konuştuğu ve anladığı dilde yürütülmesi zorunlu görülüyordu.

Ancak aynı çalışmaların gösterdiği üzere, bu çokdilli pedagojik yapı 1930’lardan itibaren aşamalı olarak değişti. Fitzpatrick’in çalışmasında ayrıntılı olarak gösterildiği gibi, o dönemde eğitim sistemi hızla merkezileşirken dil politikası da giderek Rusça merkezli hâle geldi. Yerel alfabeler önce Latinleştirilmiş olsa da, 1930’lardan itibaren Latin karakterlerin yerine Kiril alfabeleri getirildi ve okullarda Rusçanın ağırlığı sistematik biçimde artırıldı. Bu değişiklik, Lenin döneminin çok adımlı, kültürel eşitlikçi dil politikasından, daha sonraki dönemin merkezileştirilmiş ve kaynağı Moskova olan yeni dil politikasına doğru tarihsel bir kaymayı temsil eder.

Okuryazarlık kampanyasının Lenin döneminde taşıdığı anlam da buna uygundur. Dora El’kina’nın hazırladığı ilk okuma kitabının ilk cümlesinin “Biz köle değiliz; köle biz değiliz” olması sembolik olarak vurgulanır. Bu örnek, okuryazarlığın yalnızca teknik bir beceri değil, özgürleşme ve siyasal özneleşmenin eşiği olarak kavrandığını gösterir. Brooks’un incelediği dönemde[6], okuryazar olan işçilerin gazeteyi, broşürü ve kitapları politik araç olarak kullanmaya başladığını gösteren bulgular da bunu destekler. Köylerde açılan okuma odaları yalnızca kitap ve gazeteye erişim sağlamıyor; aynı zamanda tiyatro toplulukları, film gösterimleri ve tartışma çevreleri oluşturarak yeni bir kültürel ortam yaratıyordu.

Gözden kaçırmamamız gereken ise 1929’dan itibaren belirginleşen süreçte eğitim politikasının niteliksel bir dönüşüm geçirdiğidir. Fitzpatrick’e göre bu değişim özellikle üç alanda belirgindir: Hız, amaç ve yöntem. Hız açısından bakıldığında okuryazarlık kampanyası artık büyük sanayileşme seferberliğinin bir parçası hâlinde, kısa sürede mümkün olan en yüksek sayıya ulaşmak amacıyla yürütülmeye başlandı.

1927’de kırsal Türkmenistan’da halkın yaklaşık yüzde 97’si, kırsal Ermenistan’da ise yüzde 80’den fazlası okuma-yazma bilmiyordu. 1926’nın sonunda Kalmık nüfusunun yüzde 90’ı hâlâ okuryazar değildi. Glushchenko’nun tespitine göre 1930’larda okuryazarlık oranları hızla yükseldi; ancak kampanyanın pedagojik içeriği sadeleştirildi, eğitim süresi kısaltıldı ve eğitim giderek yüzeyselleşti. Amaç açısından bakıldığında, Lenin dönemindeki siyasal-kültürel hedefler yerini sanayi planlarının gerektirdiği iş gücünün yetiştirilmesine bıraktı. Eğitimin kapsamı, sanayileşme doğrultusunda teknik beceriye yoğunlaştı. Nitelik yerine nicelik, derinleşme yerine hızlı sonuç esas alındı.

Yöntem açısından dönüşüm daha da çarpıcıdır. Fitzpatrick’in çalışması, 1931’den itibaren merkezî müfredatın yeniden getirildiğini, sınav sisteminin yeniden kurulduğunu, öğrenci öz-yönetiminin kaldırıldığını, öğretmen ve yönetici otoritesinin yeniden mutlak hâle getirildiğini ortaya koyar. Aynı dönemde Marx-Engels Pedagoji Enstitüsü kapatıldı, Shatsky görevden uzaklaştırıldı ve Makarenko çizgisi öne çıktı. Bu eğitim anlayışında okul, disiplin, itaat ve üretim merkezli bir mekanizma hâline geldi. Öğrenci, fabrika hattı gibi işleyen kurumsal mekanizmalar içinde eğitilmeye başlandı. Bu dönem, pedagojik olarak devletin güçlü kontrolünü ve merkezî düzenlemeyi karakterize eder.

Anadili eğitimi konusundaki değişimin arkasında Sovyetlerdeki değişen ulus siyasetinin etkisi vardı. Sovyetler Birliği’nin kuruluşunda isminde herhangi bir ulus ismi olmamasının nedeni, devletsiz halklar ve diller üzerindeki baskıyı kaldırarak hepsini eşitlemek hedefiydi. 1922’de Stalin’in öne sürdüğü “özerkleştirme” planı, Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’ın Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’ne “özerk cumhuriyetler” olarak bağlanmasını öngörüyordu. Bu plan, cumhuriyetlerin biçimsel varlığını korurken esasen merkezî bir idari yapıyı güçlendiren bir yaklaşımı içeriyordu. Lenin ise buna temelden karşı çıktı; ona göre Sovyet devletinin temeli, “eşit cumhuriyetlerin gönüllü birliğine dayanan federasyon” olmalıydı. Ezilen ulusların en küçük bir baskıya maruz kalması dahi proletarya diktatörlüğünün meşruiyetini zedeleyeceği için Lenin bu konuda son derece hassas davrandı. Dil ve eğitim çalışmalarının içeriği de bu gönüllü birliği muhafaza edecek ve güçlendirecek adımların izinde olmalıydı; buradaki değişimler ister istemez eğitimi de değiştirecekti.

Bu süreçte Gürcistan’daki Bolşevikler, Moskova’dan gelen baskılara karşı çıkarak cumhuriyet statülerinin korunmasını talep ettiler ve Lenin’e başvuruda bulundular. Stalin’in yakın müttefiki olan Orconikidze’nin Gürcistan’da Gürcü yoldaşlara karşı fiziksel şiddete varan tutumu ise Troçki’ye göre yeni yükselen bürokrasinin siyasal üslubunun çarpıcı bir örneğiydi. Stalin dönemi ona göre bürokrasinin işçi sınıfı üzerindeki politik hâkimiyeti dönemiydi (bürokratik işçi devleti kavramını buna dayandırıyordu). Lenin, olayları öğrendikten sonra Stalin’i ve çevresini “Büyük Rus şovenizmi” ile suçlayan bir dizi not kaleme aldı.

Troçki’den farklı olarak bu noktaya bakanlar arasında Roger Pethybridge, erken Sovyet dönemindeki otoriterleşmeyi tek tek liderlerin niyetine indirgemek yerine savaşın yıkımı, yaygın cehalet, kırsal ağırlıklı toplumsal yapı ve parti aygıtının giderek güçlenmesi gibi yapısal etkenlerle açıklar; Stalin’in yükselişini de bu bürokratik yoğunlaşmanın bir sonucu olarak görür (Pethybridge, The Social Prelude to Stalinism). Benzer şekilde Sheila Fitzpatrick, Gürcistan örneğini merkez ile cumhuriyetler arasındaki eğitim ve kadro politikası tartışmalarının bir parçası olarak okur; Gürcistan Narkompros’undan gelen itirazların, tamamen susturulmuş bir “koloni”den çok, tartışan ama çoğu zaman kaybeden bir yerel aktöre işaret ettiğini gösterir (Fitzpatrick, Education and Social Mobility in the Soviet Union).

Anadilinde eğitim ve konuşma konusunda siyasal baskının yoğunlaştığı her dönemde bunun nasıl ilk kısıtlanan alanlardan biri hâline........

© Bianet