Siyasi partiler için bazı “dijital erişilebilirlik” önerileri
Türkiye’de nüfusun yüzde 12,29’unun engelli olduğu Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından en son 2001’de kamuoyuna açıklandı.
Ancak o gün bugündür kapsamlı bir alan araştırması veya tam sayım yapılmadığından güncel olarak kaç milyon engellinin ülkede yaşadığı net olarak bilinmiyor. Bu nedenle de her seferinde “10 milyon engelli yurttaşın temel ihtiyaçları şu veya bu şekildedir” gibi rutin değerlendirmeler yapılıyor.
Aslında kaç milyon engellinin Türkiye’de yaşadığını ve bunlar içerisinde kaç milyonunun; işaret dilinin bilmediğini, görme yetisinin tamamen olmadığını, hareket kısıtlılığının hangi boyutlarda olduğunu, okur-yazarlık düzeyini ve dijital okur-yazarlık durumunu bilmiyoruz. Sadece biz değil, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı da, Sağlık Bakanlığı da, MEB de, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı da bilmiyor.
Hepsinin, sundukları hizmetleri esas alarak kamuoyuna açıkladıkları veriler; çok sınırlı ve kendi içlerinde birbiri ile tutarsız ve bu verilerin aralarında yüzbinlerle ifade edilen farklar var.
Durum/nüfus ne olursa olsun “10 milyon engelli” aileleri ile birlikte toplumun yarısına yaklaşıyor. Bu nedenle ülkede siyasi faaliyet yürüten ve iktidar olmak için mücadele yürüten siyasi partiler, bir engellilik politikasına da mutlaka sahip olmalı.
Birçok siyasi partinin bırakın engellilik politikasına sahip olmayı engelli haklarına yönelik sağlamcı bir saldırı içinde olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Bunu başka bir çalışmada yazmayı planlıyorum.
Türkiye’de AKP dışında “sistematik bir engellilik politikası olan” ve bunu uygulamalarına yansıtan bir siyasi parti yok. Bir İktidar partisi olarak AKP, 2005’ten bu yana Engelliler Hakkında Kanun, BM Engelliler Sözleşmesi gibi önemli adımlar attı. Ancak tıbbi-geleneksel bakış açısı sağlamcılıkla hem hal olduğu için engellilere eşit yurttaşlık imkanı sunamadı.
AKP’nin engellilik politikasının zaten böyle bir amacı da yok. Siyasi yelpazenin sağından soluna neredeyse diğer tüm siyasi partilerin ise engellilik politikası “tıpatıp” aynı. “Bu tıpatıplık” durumu “Belirli Gün ve Haftalarda” engellilik konusunu hatırlama, yardımseverlik/hayırseverlik ve “haber konusu olan bir engellilik durumuna (çoğu zaman şiddet ve istismar)” tepkisel yaklaşma şeklinde açığa çıkıyor.
Hâlbuki milyonlarca engelli yurttaşın ve ailesinin temel hak ve hürriyetlerini doğrudan etkileyen bu yaklaşımlarda perspektif/program farkları siyasi partiden siyasi partiye değişiklik gösterebilmeli.
Burada eleştiriye bir virgül koyup somut bir öneri ile tüm siyasi partileri engelli erişilebilirliğine dair yapabileceklerine odaklanalım. Erişilebilirlik deyince maalesef sadece fiziki erişilebilirlik anlaşılıyor. O da rampa, tuvalet, asansör, geçitler, toplu taşıma gibi klasik alanlara odaklanıyor. Elbette bunlar da önemsiz değiller. Ama yaşamın önemli oranda sanallaşması sonrasında dijital erişilebilirlik de bir hak konusu oldu. Teknoloji yaşamın her alanını etkilediği gibi erişilebilirliği de dijitalleştirmeye devam ediyor. Siyasi partiler için çok da maliyetli olmayan “dijital erişilebilirliği arttırma” engellilik politikalarına somut bir katkı sunabileceği gibi bu konuda sıradan bir parti olmaktan da çıkmalarına imkan sunacaktır.
Siyasi partiler işaret dilli ve sesli/alt yazılı materyallerini arttırdıkça engelli yurttaşları var saydıklarını göstermiş olacaktır. Bu konuda her siyasi partinin kadrolarını bu yönlü eğitmesi veya bu yönde eğitimi olan kişileri istihdam etmesi engellilik politikalarını, doğal bir sonuç olarak görünür kılacaktır.
Birçok partinin internet siteleri ve sosyal medya hesapları, dijital/e-raporları erişilebilirlik sorunlarından bihaber bir haldedir. Site kurgularının yapılması sırasında yazı puntolarının büyütülebilmesi özelliği, sesli okuma yapılabilmesi özelliği, videoların altyazılı ve işaret dili versiyonu ile hazırlanması ilk aşama olacaktır.
Ekim ayı için yaptığımız incelemede; TBMM’de temsili olan 14 partinin (AKP, MHP, CHP, DEM, MHP, Yeni Yol, HÜDAP, YRP, TİP, DBP, EMEP, SAADET, DSP, DP) ne genel başkanları/eşbaşkanları ne de resmi X (Twitter)/Instagram/Facebook hesaplarından ve internet sitelerinden yapılan paylaşımlarda engelli erişilebilirliğini sağlayacak ALT/ ALT özelliğini kullanmadıklarını görebiliyoruz.
İlginç bir şekilde partiler 3 Aralık Dünya Engelliler günü için yaptığı etkinlik paylaşımlarında bile “ALT metin” veya görsel betimleme özelliğini kullanmıyor. Yani yapılan etkinlikler engelliler için değil engelli olmayan bireyler için kamuoyuna açıklanıyor diyebiliriz.
ALT text (alternatif metin), web sitelerindeki görseller için eklenen kısa ve açıklayıcı bir metin. Görselin “neyi ifade ettiğini” ya da “ne içerdiğini” metin olarak anlatmaya çalışır. Ekran okuyucu kullanan görme engelli kullanıcılar bu metni duyarak görselin içeriğini anlayabilir. Ayrıca, görsel yüklenmediğinde ya da internet bağlantısı yavaş olduğunda görsel yerine bu metin görüntülenebilir.
ALT text, genellikle birkaç kelime ya da kısa bir cümle ile görselin amacını açık ve net bir şekilde ifade edecek şekilde hazırlanır. Bu konuda Grok başta olmak üzere birçok yapay zeka asistanı çok kısa bir süre içinde görsel betimleme desteği sunuyor. Partiler paylaşımlarında örneğin; “Görselde genel başkanımızın kürsüde konuşma yaparken çekilen bir fotoğrafı var”, “Görselde parti logomuz var”, “Görselde 4 Ekim Hayvanları Koruma günü nedeniyle Parti genel merkezimizdeki kedinin (adı çirko) şirinlikleri var. Rengi beyaz kedinin”, “Görselde vefat yıl dönümü nedeniyle elinde sazı ile Neşet Ertaş’ın bir fotoğrafı var” gibi görsel betimlemeleri yapmaktan imtina ediyor.
ALT text paylaşımı neden önemli?
Öncelikle engellilerinde yok sayılmadığı bir paylaşım olduğunu açığa çıkarmış oluruz. Yani partiler bu paylaşımlarında “Eyyyyy engelliler! Siz varsınız, Sizleri yok saymıyoruz” deme lütfunda bulunmuş olacaklar! Öte yandan bu erişilebilirlik imkanı sayesinde engelli bireyler dijital içeriklere daha eşit biçimde ulaşabilir ve web siteleri “yasal/etik” erişilebilirlik standartlarına uygun olur.
Siteler açısından ise arama motorları görselleri doğrudan “göremediği” için, ALT text sayesinde görselin konusunu anlayarak siteyi doğru şekilde dizine ekler. Bu da hem kullanıcı deneyimini geliştirir hem de sitenin görünürlüğünü artırır. “Parti” paylaşımının da arama listesine girmesini sağlar.
Partilerin engellilik politikalarının tutarlı olduğunu göstermesi için bu konuda yeni bir tutum ve tarz geliştirmesi gerekir. AKP’nin sitesinde engelliler koordinasyonun sayfasındaki son paylaşım 3 Aralık 2024’te kalmış. Sitenin arama motoruna “Engelli” yazınca sonuç “0” çıkıyor.
Aynı sorguyu CHP sitesinde yaptığımızda yüzden fazla paylaşım çıkıyor ama çoğunluğu “Engellilik konusu” ile ilgili değil. Yine sadece “Belirli günlerde değil, sorun/çözüm odaklı paylaşımlar” olduğu ifade edilmeli.
DEM Parti sitesinde doğrudan engelliler hakkında paylaşımlar çıkıyor ama bu defa nicel olarak çok sınırlı (son bir yılda 10 civarında). DEM Parti engellilik konusunda teorik olarak genel yaklaşımın dışında anti-sağlamcı bir politika inşasına girişmişse de bunu uygulamalarına ve dijital içeriklerine henüz yansıtamamış.
MHP sitesindeki paylaşımlar ise sadece 3 Aralık Dünya Engelliler günü ve 10-16 Mayıs Engelliler haftası ile ilgili.
İYİ Parti sitesindeki sorgulamada sadece 6 sonuç çıkıyor. TİP’te de durum aynı! Tüm siyasi partilerin internet sitelerinde, sosyal medya platformlarında görsel betimleme özelliği yok!
Yani birçok konuda ortaklaşamayan bu partiler engellilerin dijital erişim haklarının ihlali konusunda aynı tutum içinde. ALT Text yok, işaret dili tercümanı istihdamı ve işaret dilli materyal üretimi yok, görme engelliler için seslendirme özelliği olan materyal üretimi yok!
Dijital erişilebilirlik konusunun önemini, etkisini ve kapsamını bir yazıda aktarmak çok kolay değil ancak bu işin siyasallaşması ve toplumsallaşmasında öncü olması gereken kişi ve kurumların, siyasi partilerin konuya olan kolektif duyarsızlığına dikkat çekmek istedim.
Yazıyı, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş’ın bu hafta paylaştığı, görsel betimleme yapmadığı ve Bakanı olduğu bakanlığın RT ettiği bir paylaşımı değerlendirerek son verelim.
Sayın Bakan bir program için memleketine gittiği için ailesini ziyaret edip onlara sürpriz yaptığını ifade ediyor. Bu mutlu aile tablosunun ilelebet payidar kalmasını dileriz elbette! Eleştirilmesi gereken husus ise Sayın Bakanın hiçbir paylaşımında ALT Text kullanmamasıdır.
Bu işten en sorumlu/sorunlu bakan/lık böyle yaparsa cemiyet ne yapar? Öte yandan engelli kamuoyu da 2005’ten bu yana çıkarılan ve o günden bu güne ertelenen Erişilebilirlik Mevzuatının ve BM Engelli Hakları Sözleşmesinin uygulanmasını bekliyor. Hepimiz için bu büyük bir sürpriz olacak!
(SO/HA)
Filistin’de bir asrı aşkın süredir devam eden yerleşimci sömürgecilik ve şiddet mekanizmaları, son yıllarda dijital araçlarla iç içe geçerek yeni bir yıkım düzeni oluşturdu. İsrail ve askerî birimleri; ABD başta olmak üzere devlet aktörleri ve küresel teknoloji şirketleriyle kurdukları ortaklıklarla birlikte dronlar, bulut depolama sistemleri, biyometrik tanıma ve sinyal istihbaratı gibi teknolojileri birleştirerek milyonlarca Filistinliyi izleyen, denetleyen ve hedef alan kapsamlı bir dijital denetim ağı kurdu. Bu ağ, yerleşimci sömürgeciliğin sürekliliğini güvenceye alırken, Ekim 2023’ten itibaren daha da ölümcül bir niteliğe büründü; “yapay zekâ”, “büyük veri” ve otomatik sistemler doğrudan soykırımın araçlarına dönüştü.
Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi’nde üretici güçlerin tarihsel olarak özgürleştirici bir potansiyel taşıdığını; ancak mevcut üretim ilişkileriyle çatıştığında aynı güçlerin baskı ve yıkım aygıtlarına dönüşebileceğini vurgular.[1] Üretici güçler yalnız teknik araçlar değil, bilgi, iletişim ve örgütlenme biçimlerini de içerir; özel mülkiyet ve devlet şiddetiyle eklemlendiklerinde toplumsal ihtiyaçlara hizmet etmek yerine yönetmek, bastırmak ve imha etmek için kullanılırlar. Ernest Mandel’in de Geç Kapitalizm’de gösterdiği gibi, kapitalist birikim rejimi bu dönüşümü hızlandırır: Üretkenlik ve bilgi birikimi artarken ekolojik yıkım, kitlesel işsizlik ve savaş endüstrisi derinleşir.[2]
Filistin’de gördüğümüz, bu diyalektiğin somut ve uç bir tezahürüdür: Dijital ağlar, algoritmalar ve veri odaklı planlama gibi özünde özgürleştirici potansiyel taşıyan üretici güçler, yerleşimci sömürgeciliğin ihtiyaçlarına tabi kılınarak yıkıcı güçlere çevrilmiş; gözetim, yerinden etme ve toplu imhanın otomasyonu için kullanılır hâle gelmiştir. Böylece, teknoloji geliştirme kapasitesi arttıkça özgürleşme olanakları değil, sömürgeci tahakküm biçimleri genişlemiştir. “Dijital sömürgecilik” kavramı tam da bu süreci -üretici güçlerin kapitalist ve sömürgeci ilişkiler içinde yıkıcı güçlere dönüşmesini- açıklamak için güçlü bir zemin sunar.
Dijital sömürgecilik, Michael Kwet’in tanımladığı biçimiyle, ABD merkezli teknoloji devlerinin yazılım, donanım ve ağ üzerindeki tekel güçleri aracılığıyla Küresel Güney’i ekonomik, siyasî ve kültürel olarak kendilerine bağımlı kıldığı bir egemenlik biçimidir. Kwet’e göre klasik sömürgeciliğin demiryolları ve limanlarla kurduğu aktarım ağlarının yerini bugün kapalı platformlar, bulut hizmetleri ve veri akışları almıştır; veri yeni dönemin ham maddesi, platform kodu ise yeni dönemin “hukuku”dur. Böylece kullanıcı verileri merkezlerde toplanır, işlenir ve bilgi/algoritma formunda yeniden dolaşıma sokulur; pazar rantı, gözetim kapasitesi ve söylem üstünlüğü aynı mimaride birleşir.[3]
Kwet, bu yapının yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve kültürel bir egemenlik biçimi olduğunu vurgular: Dijital dünyanın kurallarını artık demokratik kurumlar değil, bu platformların kodları belirler. Hangi bilginin görünür olacağına, kimin konuşabileceğine ve hangi içeriğin dolaşımda kalacağına pek çoğu ABD merkezli olan bu şirketlerin algoritmaları karar verir. Böylece veri, geçmişin madenleri ya da limanları gibi, yeniden sömürgeci bir ham maddeye dönüşür. Kwet’in Güney Afrika örneğinde gösterdiği üzere, Google ve Facebook’un reklam pazarını tekelleştirmesi ya da Uber’in yerel taşımacılığı çökertmesi, dijital ekonominin bu yeni sömürgeci mantığını görünür kılar. Küresel Güney ülkeleri kendi dijital endüstrilerini geliştiremeden kapalı platformlara bağımlı hâle gelir. Bu nedenle dijital sömürgecilik, veri sömürüsüyle ekonomik rantı birleştiren, bilgi üretimini ve kültürel temsili merkezîleştiren bir tahakküm biçimi meydana getirir.
Filistin, bu küresel dijital sömürgeciliğin en uç biçimini temsil eder: Burada teknoloji yalnızca ekonomik bağımlılık üretmekle kalmaz, aynı zamanda yerleşimci sömürgeciliğin hedefi olan fiziksel imha ve soykırımı otomatikleştiren bir mekanizmaya dönüşür. İsrail, toprak üzerindeki kontrolünü dijital ağlara taşıyarak iletişim, veri akışı ve anlatı üretimi alanlarını da sömürgeleştirmiştir. Oslo Anlaşmaları’ndan bu yana İsrail, Filistinlilerin kullandığı telefon hatları, cep telefonu şebekeleri ve internet altyapısı dahil tüm iletişim ağlarını elinde tutmuştur.[4] Böylece işgal, klasik anlamda toprak işgalinin ötesinde dijital alana yayılmış; fiziksel hareketin kısıtlanmasına paralel biçimde enformasyon akışı da sömürgeci denetime tabi kılınmıştır.
Bu denetim yalnızca gözetim ya da sansür anlamına gelmez. Aynı zamanda Filistin toplumunun teknolojik ve ekonomik olarak geri bırakılmasına neden olan, onu sistematik biçimde İsrail’in altyapısına bağımlı kılan yapısal bir mekanizma işler. Sara Roy’un geri bırakma (de-development) adını verdiği süreç, Filistin ekonomisinin doğal bir geri kalmışlık değil, planlı bir sömürgeci mühendislik sonucunda çökertildiğini ortaya koyar. Roy’a göre İsrail, üretim ilişkilerini, toplumsal örgütlenmeyi ve ekonomik kurumları sistematik biçimde çözerek gelişmeyi tersine çevirmiştir.[5] Günümüzde bu süreç, iletişim altyapısı ve bilgi teknolojileri düzeyinde yeniden üretilmektedir: Üretici güç olması beklenen dijital ağlar, Filistin’de gelişmeyi baltalayan ve toplumu dış dünyadan tecrit eden birer yıkım aracına dönüşmüştür. Bu açıdan dijital sömürgecilik, yalnızca bilgi ve altyapı üzerindeki denetim değil, aynı zamanda toplumsal yeniden inşayı imkânsızlaştıran bir “dijital geri bırakma rejimi”dir. Bu rejim, ekonomik bir politikanın ötesinde, altyapının, verinin ve teknolojik üretimin sistematik olarak kontrol altına alınması yoluyla Filistin’in geleceğini ipotek altına alan bir egemenlik biçimidir.
Bu yapının artık yalnızca yerel bir sömürge ekonomisi değil, uluslararası ölçekte kurumsallaşmış bir düzen olduğu Birleşmiş Milletler Özel Raportörü Francesca Albanese’nin 2025 tarihli raporunda açıkça ortaya konmuştur.[6] Albanese, İsrail’in işgal ekonomisinin “soykırım ekonomisine” evrildiğini; bu dönüşümün devletler kadar teknoloji devleri tarafından da sürdürüldüğünü belirtir. Rapor, bulut altyapısı, yapay zekâ sistemleri ve veri analitiği sağlayan şirketlerin İsrail ordusuna ve istihbaratına sağladıkları hizmetlerin yerinden etme ve imha politikalarının asli bileşenine dönüştüğünü vurgular. Böylece Roy’un tarif ettiği “geri bırakma” süreci, dijital araçların geliştiği günümüzde küresel........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
Daniel Orenstein
John Nosta