menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Akbelen’den Hambach’a eko-yıkıma karşı direniş belgeselleri

9 0
06.07.2024

*Görsel betimleme:Fotoğrafta, bir grup insanın bir tarlada yürüdüğü görülüyor. İnsanlar, sırt çantaları ve kapüşonlu kıyafetleriyle dikkat çekiyor. Arkada, büyük araçlar ve duman ya da sisin olduğu bir alan bulunuyor.

Gezi Direnişinin anısına

“Ağaçları sevme yeteneğinde çok fazla insanlık vardır. İlk büyülenmelerimize duyduğumuz özlem vardır. Doğanın bağrında kendini bunca anlamsız hissetmenin büyük gücü vardır… “

Muriel Barbery

Hermann Hesse’nin Ağaçlar kitabına rastlamışsınızdır. Bir ağacın kapladığı kapağıyla yemyeşil ve inceciktir. Ağaçlar üzerine, kendisi de bir ağaç gibi ince ve incelikli büyüyen.

Sonunda büyük bir ağaç olur göğe doğru uzanan, ev gibi içine girebildiğiniz ve dost gibi içinizi açtığınız, konuşabildiğiniz ve tabi ağaç gibi dallı budaklı, üzerine çıkabildiğiniz, inebildiğiniz, salıncak kurduğunuz, sesini duyduğunuz, yurt bellediğiniz insanı hem çocuklaştıran hem de düşündürten ağaç gibi, ağaçlar gibi.

Hesse’nin ciltlerce yazdığı eserlerinden ağaçlar üzerine yazdığı denemeler ve şiirlerin bir araya getirildiği kitap ve sinemanın ilham veren ağaçları bu yazının da müsebbibi. Yakın zamanda şimdilerde yaşadığım yeri keşfederken en sık yaptığım şey ağaçların yanına gitmek. Ağaçların mevsimsel değişimine tanık olmak. Ağaçların kendini korumasını, yaprak dökümünü, yeniden filizlenmesini ve yapraklarındaki ışık ve gölge oyunlarını izlemek, ayrımına varmak.

Aynı şeyin, ışık ve gölgenin ağaçlardaki iz düşümünü görmenin, fotoğraflamanın Japonca’da bir adının olduğunu Wim Wenders’in Perfect Days filminde gördük, yine yakın zamanda: Komorebi. Başrol oyuncusu Koji Yakusho’nun oynadığı Hirayama karakterinin gündelik ritüellerinden biri öğle tatilinde gittiği parktaki ağaçları izlemesi ve Olympus kamerasıyla komorebi’nin fotoğraflarını çekmesiydi. Sadece o da değil, kafasını kaldırıp (ve kafalarımızı kaldırtıp) göğe uzanan o canlıları görmek için bakmasıydı.

Türkçe’de olduğu gibi kimi Japonca kelimelerin de bir başka yabancı dile çevrilmesi zor, çevrilmesi kendisi olmaktan çıktığı nokta belki de. Bir buluş gerektiriyor, en azından becerikli, yetenekli bir tarif. Sanırım komorebi de onlardan biri. Ağaçların arasından süzülen gün ışığını, gün ışığının yarattığı ışık ve gölge oyunlarını ve hissettirdiklerini anlatıyor. Gel de anlat tüm bunları bir kelimeyle. Tüm bunlara haleti ruhiyemiz üzerindeki etkisini de eklersek... Her şey biraz da böyle başladı sanırım.

Her şeyin olduğu yerde kaldığı; devrildikleri yerde uzayıp giden ağaç gövdelerinin başka hayatlara kucak açtığı, nemli bir yeşillikle sarıp sarmalandığı ve türlü küçük canlının bir yaşam alanına dönüştüğünü gördüğüm kimi zaman dik, dimdik kimi zaman yan yatmış bu ağaçların diğer canlılarla kurdukları ilişkileri gözlemlemek, gören gözlerle bakmaya çalışmak. Ne kadarını görebilirseniz, size bağlı. John Berger her kitabında gören gözlerle bakmaya çalışır, bizimle de nasıl yaptığını paylaşır. Romanlarında, şiir ve denemelerinde ve hatta çizimlerinde ele aldığı konular, kendisinin de dediği gibi anlatılmasa eksik kalacak şeyler, duygular, kişiler, yer ve mekanlar üzerinedir. “Eksikleri tamamlamak” ya da bunun tam karşıtı tamam olanı eksiltmek. Bu kadim karşıtlığın bir yakasında ağacın insanlığını görenler yer alır.

Hesse’den sonra John Berger’in Zeytin Ağacının Metnini görmek için bakıyorum şimdi. Onun çizgileri de başlı başına metinseldir, kendisi bu adı verse de vermese de. Yazılarıyla, resimleriyle, desenleriyle bir hikaye anlatıcısının türlü çeşitli hikayeleri, metinleri, dizeleri. Desen çizdiğinde bir görüntüler metni ortaya çıkarır ve dönüştürerek aktarmaya çalışır. Sadece zeytin ağacını değil Filistin’deki bir zeytin ağacını çizmesi de boşuna değildir!

Zeytin Ağacının Metni – Hoşbeş – Metis Yayınları

A Palestinian Olive Tree, John Berger, 2008 (Gareth Evans Koleksiyonu)

John Fowles, doğayı tam anlamıyla tanımanın bir bilim olduğu kadar, sanat da olduğunu söylüyor Ağaçlar’ında; iki ayrı kuşağın-babası ve kendisinin- doğaya yaklaşımını anlatırken ve sorgularken…

Fowles’un kitabındaki kuşaklarla, farklı coğrafyalarda ağaçları savunmak mücadele veren kuşaklar birleşiyor insanlıkta; çünkü ağaçları sevme yeteneğinde insanlık var. Kopenhag Belgesel Film Festivali’nde (CPH:DOX 2024) kuzeyden gelen filmlerden biri olan Bir Zamanlar Bir Ormanda (Once Upon a Time in a Forest, Virpi Suutari, 2024) Finlandiya’daki ormanların tarihsel ve aktivist hikayeleriyle beraber yeni bir kuşağın aşk içeren mücadelesiyle ve orman koruyucu iki genç kadınla tanıştırıyor bizi. Ormanın içinde su perisi gibi daldıkları kristal sular ve kendi aralarında yaptıkları konuşmaları dinlemek onlara, doğaya ve izleyene iyi geliyor. Büyükanne ve büyükbabalarıyla yaptıkları konuşmalar Fowles’un kitabındaki kuşaklara dair anlattıklarını çağrıştırıyor.

Bir Zamanlar Bir Ormanda filmi iki genç kadın aktivistin Ida ve Minka’nin gözünden tehlike altındaki ağaçlar için verdikleri mücadeleyi anlatıyor. Bu mücadele kimi zaman bir çadır kurarak karlar altında bir ormanda nöbet tutma şeklinde oluyor kimi zaman bir kadın çevreci olarak kendilerini ciddiye alıp almadıkları üzerine düşündükleri erkek egemen orman endüstrisi temsilcileriyle bir masada buluşup, tartışmak. Kimi zaman diğer arkadaşlarıyla bir eylem planı, yol yöntemi üzerine tartışmak kimi zaman da eski kuşaklarla çatışmak. 1979’dan 1991’e arşiv görüntüleriyle Finlandiya’da farklı dönemlerdeki çevresel mücadelenin tarihsel arka planını da dahil eden film, hayatları pahasına dahi sermayenin doğa talanına karşı mücadele eden insanların varlığı ve sürekliliğiyle beraber insanın doğayla kurduğu ilişkisinin değişen felsefesi üzerine bir tartışma alanı açıyor.

Aktivistlerin kendi aralarında eylem planı belirlemek için yaptıkları tartışmalar, kapitalist-endüstriyel cenahla karşı karşıya gelme ve bir sofada oturularak........

© Bianet


Get it on Google Play