Festivalin kapalı kapıları: Tiyatroya erişim üzerine bir eleştiri
İstanbul Tiyatro Festivali, ülkemizin kültürel hayatında uzun yıllardır en önemli sanat olaylarından biridir. Tiyatro meraklıları için yılın bu dönemi, yalnızca yeni oyunlar izlemek değil, aynı zamanda dünya tiyatrosunun güncel eğilimlerini gözlemlemek ve kendi kültürel ufkunu genişletmek için eşsiz bir fırsattır. Çok değil yakın zamana kadar festivale katılım görece daha kolay ve daha erişilebilirdi.
Bilet fiyatları, asgari gelirli bir seyircinin bile birkaç oyun izlemesine imkân tanıyacak düzeydeydi. Festival boyunca her akşam farklı bir salonda yerini alan izleyiciler, tiyatronun büyüsüne kapılır ve yeni sezon için biriktirdikleri tiyatro özlemini bir anda giderirdi.
Bugün ise ekonomik kriz, gelir adaletsizliği ve alım gücündeki dramatik düşüş, bu coşkunun yerini giderek artan bir hayal kırıklığına bıraktı.
Gelir adaletsizliği, gündelik yaşamın her alanına olduğu gibi sanata erişime de doğrudan etki eder. Sanat çoğu zaman “lüks” bir tüketim kalemi gibi sunulsa da aslında toplumsal varoluşun ayrılmaz bir parçasıdır. İnsan yalnızca karnını doyurarak değil, ruhunu ve zihnini de besleyerek hayatta kalır.
Tiyatronun, toplumsal hafızayı diri tutan, estetik ufku genişleten ve hayal gücünü çoğaltan bir ihtiyaç olduğu gerçeği çoğu zaman göz ardı edilir. İnsanların açlık sınırında yaşam mücadelesi verdiği bir ülkede, tiyatroya gitme arzusunu dile getirmek önemsiz bir ayrıntı gibi görünse de mesele aslında kültürel hakların en az temel ihtiyaçlar kadar yaşamsal olduğudur. Sanata ulaşamamak yalnızca bireysel bir eksiklik değil, toplumun bütünsel yoksullaşmasının da bir göstergesidir.
Yaşadığımız düzen düşünüldüğünde, bugünkü tablo aslında şaşırtıcı değildir. Kültür-sanat alanı da tıpkı diğer sektörler gibi piyasa mantığının belirleyiciliğine teslim oldu.
Oyunların niteliğinden çok sponsorların beklentileri, seyircinin kültürel ihtiyacından çok etkinlik ekonomisinin getirisi ön planda tutulur.
Festival afişleri çoğu zaman birer “prestij kataloğu”na dönüşür. Bu durum, tiyatro festivallerinin bir tür lüks tüketim etkinliği olarak algılanmasına yol açar. Halbuki festival, toplumun en geniş kesimlerine hitap etmeli, sanata erişimdeki eşitsizlikleri azaltacak politikalarla desteklenmelidir. Tiyatro, yalnızca ayrıcalıklı bir sınıfın erişebileceği bir alan hâline geldiğinde toplumsal işlevini yitirir.
Tiyatro eleştirmenlerinin konumu bu bağlamda önem kazanır. Bir eleştirmenin oyunu kendi biletini alarak izlemesi, kişisel bir tercih değil, mesleki etik açısından bir zorunluluktur. Nasıl ki bir gazeteci ile siyasetçi arasındaki mesafenin korunması, demokrasinin sağlığı için vazgeçilmezse, eleştirmen ile oyuncu veya yapımcı arasındaki ilişkinin de aynı mesafeyi taşıması gerekir.
Aksi takdirde, kurulan yakın ilişkiler eleştirinin bağımsızlığını zedeler; sanatın ilerlemesi için gerekli nesnel değerlendirmelerin önünü kapatır. Bir eleştirmen, sahnede karşısına çıkan işin hakkını verebilmek için önce bağımsız olmalıdır; bağımsızlığın temeli çoğu zaman en basit jestte gizlidir: biletini kendin almak. Bu, yalnızca seyir deneyimini değil, mesleğin onurunu da koruyan bir tavırdır.
Bu anlamda ana işlevi oyunları izleyen öncü bir kuvvet gibi, sahneye gelen işleri kritik etmek olan eleştirmenin yaşadığı ekonomik zorluk onun bu bağımsızlığını tehlikeye sokarken, davetiye ile gidilen oyun sonrası yazılan yazı bir eleştiriden çok tanıtım yazısına dönüşme riski taşır.
Festivalin en önemli işlevlerinden biri, başka ülkelere gidip oyun izleme imkânı olmayan seyirciler için alanın nereye doğru evrildiğini görme şansı sunmasıdır.
Yabancı toplulukların getirdiği deneyimler, yerel tiyatrocuların, eleştirmenlerin kendi üretimlerini konumlandırmaları açısından paha biçilmezdir. Bir tür “alan bilgisinin güncellenmesi” işlevi görür festival. Seyirci, tiyatro sanatının başka coğrafyalarda hangi meselelerle uğraştığını, hangi estetik biçimlerle denemeler yaptığını burada öğrenir. Ancak ekonomik eşitsizlikler bu imkânı kısıtladıkça, festivallerin temel amacına ulaşması da zorlaşır.
Aynı ekonomik güçlükler bu yılki İstanbul Tiyatro Festivalinin uluslararası oyunları izleme imkânı sunmasını da sınırlamış gibi görünüyor. Uluslararası program maalesef her yıl olduğundan daha zayıf bir seçki sunuyor.
Festival programı, seyircilerin ilgisini çekecek zengin bir çeşitlilik sunmamakla beraber, Paul Auster’in New York Üçlemesi adlı eserinden esinlenen Fransız yapımı The New York Trilogy, Hollanda’dan gelen Scapino Ballet Rotterdam’ın dans ve performans sanatını birleştirdiği Katadral adlı gösterisi, Fransız-Katalan topluluk Baro d’evel’in dans, sirk ve tiyatroyu harmanlayan Biz Kimiz? gösterisi bu altı oyunluk kısa seçkide merak edeceğiniz oyunlar olarak dikkat çekiyor.
Gidemeyecek olsak da gönül isterdi ki çok daha fazla yabancı oyun ülkemize gelebilsin. Çünkü zengin içerikler ve çeşitliliğin, festivalin yalnızca bir oyun izleme etkinliği değil, aynı zamanda tiyatro alanındaki uluslararası eğilimleri ve yenilikleri gözlemleme fırsatı olduğunu biliyoruz.
Kişisel zevkler, meraklar ve mesleki ilgileri bir tarafa koyarsak, asıl olarak sanata erişimdeki bariyerlerin önemli ve hatta hayati toplumsal sonuçları vardır. Tiyatro, yalnızca sahnede üretilen bir sanat değil, aynı zamanda kamusal bir buluşma alanıdır.
Bir oyuna gitmek, yalnızca koltukta oturup bir gösteri izlemek değil, başka bedenlerle aynı mekânı paylaşmak, başka gözlerle aynı hikâyeye tanık olmaktır.
Bu deneyim, bireyi yalnızlıktan çıkarır, onu ortak bir ritmin ve duygunun parçası yapar. Bugün bu ortak alanın, piyasa mantığının baskısı altında daralması, yalnızca tiyatroya gidenlerin değil, tiyatroya hiç gitmeyenlerin de yoksullaşması anlamına gelir. Çünkü tiyatro, toplumun kültürel damarlarından biridir; bu damar kuruduğunda, bütün beden kan kaybeder.
Festivalin yalnızca tiyatroya değil, toplumsal hayatın kendisine açtığı pencereler vardır. Tiyatronun bir ülkenin hayal gücünü, eleştirel düşünme kapasitesini ve kolektif ruhunu diri tutan bir sanat olduğu gerçeği unutulmamalıdır.
İstanbul Tiyatro Festivali’nin önemi burada ortaya çıkar: toplumun farklı sınıflarını, farklı dünyalarını aynı salonda buluşturma potansiyeli. Bu potansiyelin içinde devindiğimiz ekonomik krize, hızla yoksullaşmamıza ve tiyatroyu metalaştıran bir anlayışa teslim edilmemesi kültürel hayatımızın geleceği için zorunludur.
Bugün sanatın değeri yalnızca sahnede üretilenle değil, toplumun ona erişebilme imkânıyla da ölçülmektedir. Tiyatronun bir lüks değil, kamusal bir hak olarak görülmesi hem sanatçılar hem de seyirciler açısından yaşamsal bir gerekliliktir. Aksi halde tiyatro, belirli bir kesimin ayrıcalıklı alanı hâline gelir ve toplumsal işlevini yitirir.
Tiyatronun yalnızca meraklısı için değil, bütün bir toplum için bir ihtiyaç olduğunu hatırlamak bu noktada çok önemlidir ve onun toplumla buluşabilmesi geleceğimizi belirleyen bir işaret olarak okunmalıdır.
Bu noktada çözüm önerileri gündeme gelir. Bireysel düzeyde, öğrenci ve emekli indirimleri ya da kontenjanları arttırılabilir, küçük toplulukların ve bağımsız prodüksiyonların görünürlüğü yükseltilebilir ve bazı gösterimler dijital platformlar üzerinden erişime açılabilir.
Örgütsel düzeyde ise sponsorların desteklerinin yalnızca büyük yapımlarla sınırlı kalmaması, seyircinin tiyatroya erişimini sağlayacak yeni çözümler bulunması sağlanabilir. Eczacıbaşı Genç bilet uygulaması bu bağlamda önemlidir ama bu ekonomik ortamda yeterli değildir. Devlete düşen görevler de önemlidir: Kültür-sanat fonlarının artırılması, sübvansiyonların yaygınlaştırılması ve kamu tiyatrolarının güçlendirilmesi, halkın sanata erişimini garanti altına alır.
Ayrıca, festivale yönelik devlet destekli programların veya ücretsiz gösterimlerin yaygınlaştırılması, ekonomik eşitsizlikleri azaltarak sanata erişimi demokratikleştirebilir. Bu tür önlemler, yalnızca seyirciyi kazanmakla kalmaz, sanatçılar ve eleştirmenler için de daha adil ve sürdürülebilir bir ekosistem yaratır.
Oyunların ışıkları ne kadar parlak yanarsa yansın, salonların kapıları herkese açılmadıkça tiyatronun büyüsü eksik kalacaktır. Ekonomik adaletsizliklere karşı geliştirilecek somut çözümler, yalnızca festivalin değil, kültür-sanatın geleceğini güvence altına alabilir.
Toplumun tüm katmanlarına açık bir tiyatro, bireysel ve kolektif ruhun beslenmesinin, hayal gücünün ve eleştirel düşünmenin en güvenilir kaynaklarından biri olmaya devam edecektir.
İçine düştüğümüz karanlıktan çıkmamızda herkese açılmış tiyatro kapılarından sızan sahne ışıkları eminim hepimiz için yol gösterici olacaktır.
(NK/EMK)
Sinemamızın temel buluşma noktalarından Altın Koza’yı, bu yıl da geride bırakmak üzereyiz. Yavaş yavaş sonuna yaklaştığımız sinema yılına dair genel bir izlenim sahibi olduğumuz, bu yıl üretilen yerli filmleri bir arada konuşma şansı yakaladığımız Ulusal Yarışma gösterimleri de tamamlandı. Toplam 10 film seyirciyle buluşurken bu yıl bilhassa kadın yönetmenlerin filmlerinin öne çıktığını söylememiz gerek. Yarışmada yer alan dört kadın yönetmenin filmleri gösterimler sonrasında en çok ses getiren filmler arasındaydı. Festivalin son günlerinde, filmlerden önce tutuklu belediye başkanı Zeydan Karalar’ı salonlara taşıyan tanıtım videosu ise her gösterildiğinde büyük alkışlarla karşılandı.........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Gideon Levy
John Nosta
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
Daniel Orenstein