Hayır’ın büyüsü
Bebek dünyaya geldiğinde anneden bir kopuş yaşar. İç içe geçmiş, bir’lik içinde olan iki varlık yeniden iki olur. Ancak annenin hayatını bebeğe senkronize etmesi, bu kopuşu bir süre görünmez kılar; çocuk hâlâ bir bütünlük varmış gibi hisseder. Anne, onun bir organı, bir uzantısı gibidir. Büyümek dediğimiz süreç aslında bu bir’likten ayrışma, bağımsızlaşma sürecidir. Çocuğun annesiz ve babasız da yaşamını sürdürebilecek donanımı elde etmesidir. İşte bu bağımsızlaşmada en büyük rol yine anneye düşer (yazılarımda ‚anne’yle kadını değil de anne pozisyonundaki kişiyi kastediyorum). Anne yavaş yavaş kendisini çocuktan ayırmaya başlar. Mesela ağlamalara hemen değil, biraz gecikerek yanıt verir. Bu erteleme, aslında bir “evet, ama hemen değil”dir. Yani geçici bir “hayır.” Çocuk bu “hayır”larla annenin kendi dışında bir özne olduğunu kavrar. İki süje olurlar. Bu süreçte annenin sık sık “hayır” demesi, çocuğun gelişiminde belirleyici bir rol oynar. “Hayır”, bağımsızlığın ve kişilik gelişiminin en önemli dinamiğidir. Çocuk başlangıçta bu “hayır”ı kötü sayar. Örneğin, emmek istediğinde annesi reddettiğinde onu kötü sanır. Fazla tatlı yemesine izin verilmediğinde “düşmanca” bir yasak olarak algılar. Oysa anne çocuğu korumak için “hayır” demektedir. Zamanla çocuk bu hayırların sevgiden kaynaklandığını anlar. Böylece sevgiyle hayır iç içe geçer: İnsan sevmeyi, aslında “hayır”la öğrenir. Sevmek hayır’la başlar… Birini sevmek de aslında diğer milyarlarca kadına/erkeğe ‘hayır’ değil midir?
Yetişkinlikte de “hayır” düş kırıklığı ve incinme yaratır. Ama olgun insan, bu incinmeyle baş etmeyi bilir; çünkü çocukluktan itibaren hayır’ı deneyimlemiş, buna karşı savunma ve dayanma mekanizmaları geliştirmiştir. Ne var ki çoğumuz “hayır”la baş etmekte çok zorlanırız. Kimi zaman hayır’ı reddedilme, kimi zaman düşmanlık gibi algılarız. Narsistik incinmelerin ardında da çoğu kez hayır’a tahammül edememek yatar. Oysa olgun insan kendisine de hayır diyebilen insandır. Kendi sınırlarını koyabilen, arzularını frenleyebilen kişidir. Nitekim bebek bile doğar doğmaz kendi “hayır”larını ortaya koyar: Annenin memesini istemediğinde başını çevirir, zorla verilen bir şeyi kusarak reddeder. Çocuklukta inat dediğimiz davranışlar da aslında kişiliğin sınırlarını belirleyen “hayır”lardır. Hayır, direniştir; kimi zaman muhalefettir. Hayır diyenler kendilerini belli eder, tehlikeye atar. Bu yüzden hayır, cesaretin de adıdır.
Psikanalize önemli katkılar sunan Joachim Küchenhoff (2023, Klimawandel: Psychoanalytischer Versuch über die Schwierigkeit „nein“ zu sagen zur Zerstörung der Zukunft unserer Kinder= İklim Değişikliği: Çocuklarımızın Geleceğini Yok Etmeye “Hayır” Demenin Zorluğu Üzerine Psikanalitik Bir Deneme)) makalesinde, hayır’ın karşıtının evet değil, sessizlik ve karşılıksızlık olduğunu söyler. Ben de hayır’ı evetin basit karşıtı değil, bir olumsuzlama, bir negasyon olarak görürüm. Çocuk dünyasında hayır, kötü’nün adıdır. İklim krizi bağlamında da hayır büyük önem taşır: İsrafa hayır, kontrolsüz tüketime hayır, dünyayı yok eden yaşam tarzımıza hayır… Burada kastedilen yalnızca tepki değil, kendine de hayır diyebilme, kendini frenleyebilme yetisidir. Çünkü yeni bir kültür, ancak bu hayır’ların üzerinden yükselebilir. Sürdürülen kültür, yalnızca bizi fail kılmıyor, aynı zamanda dünyayı yok edecek kadar da zalim yapıyor. Yaşadığımız şey, aslında zamana yayılmış, taksitlendirilmiş bir toplu intihar. Bu intihar yalnızca bizi değil, tüm canlıları yok ediyor.
Küchenhoff bu dinamiği bağımlılık hastalığına benzetir. Bağımlı kişi kurtulmayı dener, yenilir, tekrar bağımlılığa döner. Bir noktadan sonra artık yalnızca ölmek için içer. Bizim de doğayı tüketmeye, dünyayı kirletmeye devam etmemiz böyledir: Öleceğini bilerek aynı kültürü sürdürmek. Cesaretini yitirmiş bağımlılar gibi, biz de dünyayı kurtarmaya gücü olmayan insanlar haline geldik. Bu faciayla mücadele aslında polemiklerle, karşılıklı suçlamalarla değil; suskunluk, kabulleniş de değil, radikal bir “hayır”la mümkündür. “İlelebet”li cümleler kuranlara, sonsuzluk marşları söyleyenlere, vatan güzellemeleri yapanlara da bir söz: Vatanınız olmayacak. Astronotların uzaydan gördüğü küçük mavi kürede, uğruna ölünmeye değer sanılan vatanlar ve sınırlar birkaç kilometre yukarıdan bakıldığında anlamsızlaşıyor. Yeryüzünü bölen sınırlar, aslında yapay ve boş.
Dünyayı yok etmek konusunda duyarlılık gösteren ya da bu bilince sahip olanların tutumlarında da çoğu zaman narsistik bir yan vardır. Burada söz konusu olan “istisnacılık” (ekseptiyonalizm/ Ekzeptionalismus) halidir. Örneğin Almanya’da çevre politikalarıyla tanınan Yeşiller Partisi yetkilileri, uçakla seyahatin çevre kirliliğine yol açtığını sıkça dile getirmiştir. Fakat sıra kendi pratiklerine geldiğinde, “işlerimizin yoğunluğu ve önemi nedeniyle uçak kullanmak zorundayız” diyerek kendilerine bir istisna tanımışlardır. Aslında bu yalnızca siyasetçilere özgü değildir. Çoğumuz benzer bir tavır içindeyizdir: “Bir kereden bir şey olmaz”. Bu düşünceyle kendi eylemimizi gözden muaf tutarız. O “bir kere”nin kirliliği, bize tanınmış bir ayrıcalık, bir istisna hakkı gibi görülür. Ve bu hakkı istemek, aslında narsistik bir hak iddiasıdır.
Dinozor Kompleksi
Yıllar önce büyük ilgi gören bir film vardı: Jurassic Park. Bu filmde milyonlarca yıl önce soyu tükenmiş dinozorların yeniden hayata döndüğü anlatılır. Filmi çekici kılan şey, canlı türlerinin yok oluşunun dünyanın sonu anlamına gelmediği fikridir. Dinozorlar ve mamutlar olmadan da dünya yaşamaya devam etmiştir. İnsanın yok oluşa dair tutumu çoğu zaman inkâr mekanizmasıyla şekillenir. Jurassic Park gibi filmler, bu inkârın görsel ve duygusal sahneleridir. Yok oluşu düşünmek yerine, yeniden doğuşun büyüsüne kapılırız. Milyonlarca yıl önce tükenen dinozorların tekrar ortaya çıkması, aslında bilinçdışımızdaki “sonun asla son olmadığı” inancına hitap eder. Freud’un tanımladığı ölüm dürtüsü burada belirleyicidir. İnsan yalnızca yaşama değil, aynı zamanda sona da çekilir. Ölüm dürtüsünü hayal edilebilir kılmak için ona bir fantezi eşlik eder: yok oluşun ardından yeniden doğuş. Bu hem ölümün çekiciliğini hem de dehşetini nötralize eder. Dinozorların geri gelişi, yok olanın aslında tamamen yok olmadığına dair bir teselli işlevi görür. İnsanoğlunda da benzer bir inanç vardır: “İnsanın yok olması dünyanın sonu değildir.” Oysa bu bir yanılsamadır. İnsanın sonrasını hayal etmek bile zordur. Küchenhoff, iklim felaketi karşısındaki tutumumuzu dinozorlara yönelik bu algıyla ilişkilendirerek buna “Dinozor Kompleksi” adını verir. Çünkü insan yok oluş öykülerini tuhaf bir biçimde çekici bulur. Jurassic Park’ı büyüleyici kılan da yalnızca yok oluş değil, aynı zamanda yeniden doğuş hikâyesidir. Bir daha geri dönmeyeceğini düşündüğümüz türlerin yeniden hayata kavuşması… İşte bu düşünce, insanlara dünyanın sonunun aslında bir “son” olmayacağını fısıldar. Filmdeki gibi bir süre sonra yeniden doğuş, bir tür reenkarnasyon olacağına inanılır. Yani, sonun inkârı.
Bu mekanizma yalnızca bireysel ölüm karşısında değil, kolektif yok oluş karşısında da devreye girer. İklim krizinin “dünyanın sonunu getireceği” söylendiğinde, çoğu insan bu sonu tahayyül edemez. Tıpkı dinozorların yok oluşunda olduğu gibi, “biz olmasak da hayat devam eder” diye düşünür. Bu düşünce rahatlatıcıdır, çünkü ölümün kesinliğini bertaraf eder. Ancak aynı zamanda pasifleştirici ve yanıltıcıdır.........





















Toi Staff
Gideon Levy
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein