Faşizmin Öteki’si
Faşizmin en belirgin özelliklerinden biri, kendisini bir öteki üzerinden tanımlamasıdır. İnsan dünyaya geldiğinde ilk öteki annedir: “Ben” olmayan, ben’in dışındaki kişi… Yabancı ve öteki çoğu kez aynı figürü işaret eder. Başlangıçta bebek anneyle bir bütün sandığı hâlde, kısa süre içinde aralarında bir ekip çalışması oluşur. Doğum da aslında bu iki tarafın ortak emeğidir. İlk “biz”, anne ve bebeğin karşılıklı senkronizasyonuyla kurulur. Ben ve sen, iki ayrı birey iken aralarındaki benzerlikler yoluyla “biz” ortaya çıkar. Zamanla bu “biz” genişler: aile, akrabalar, aşiret, millet, aynı dine mensup olanlar… “Biz”e dahil olabilmek için kişi benzerlikleri artırır; bireysel olanı törpüler. Çünkü biz’in uyumlu kalabilmesi için içinde doğan çelişkiler dışarıya aktarılır. İyi olan biz’e, kötü olan ötekine yazılır: Biz kahraman, mert ve dürüstüz; öteki hain, alçak ve namerttir. Biz sevgi doluyuz; öteki düşman ve saldırgandır. Yani biz’in kimliği, ötekiye projeksiyonlar üzerinden inşa edilir.
Yabancı, insanda aynı anda merak ve tedirginlik uyandırır. Çünkü her “biz”, içinde bastırılmış çatışmalar barındırır ve yabancının bu çatışmalarda kimin yanında yer alacağı belirsizdir. Örneğin bir evde karı-koca arasında çatışma vardır. Eve bir misafir gelir. Her iki taraf da yabancının kendi haklılığını onaylamasını ister fakat bu belirsizlik tedirginlik yaratır. Buna rağmen merak ilişkilenme ihtimalini doğurur. Reel ilişki çoğu zaman içimizdeki temsilcileri dönüştürür. Bir Kürt hakkında “Yabani, feodal, medeniyetsiz” diyen bir kimse, pozitif bir kişisel deneyim sonrası düşüncesini değiştirebilir. Çünkü tanıştığımız her kişi içimizde bir temsilci olarak yaşamaya başlar: O yanımızda olmasa da ilişki içsel olarak sürer. Bu nedenle: Psikoloji aynı zamanda iç sosyolojidir. İçimizde yüzlerce temsilci yaşar.
Türkiye’de faşizmin temel sorunlarından biri, iç temsilcilerin değişime kapatılmasıdır. “Benim de Kürt komşum var, Kürtlerle sorunum yok” cümlesi bunu gösterir: Reel ilişkide dönüşüm olmuş olsa bile, kişinin iç dünyasındaki Kürt imgesi beton gibi yerinde duruyorsa hiçbir şey değişmemiştir. Faşizm yalnızca ötekileştirmez; ötekini düşmanlaştırır. Onu şeytanlaştırır, ondan tiksinmemizi sağlar. Dahası, ötekiyle pozitif reel temasın önünü keser. Çünkü temas, propagandanın kurduğu imgeleri yıkar. Naziler iktidara yürürken Yahudileri “mikrop”, “veba”, “seks düşkünü canavarlar” olarak sunuyordu. Böylece merak sıfırlanıyor; korku ve tiksinti en yüksek düzeye çıkarılıyordu. Faşizmin hedefi budur: Ötekiyle ilişki ya hiç olmayacak ya da yalnızca vahşet üzerinden kurulacaktır. Faşizm iyi olana imkân tanımaz; cemaatleşmiş, tarikat benzeri bir kültür üretir. Biz’i içerde homojenleştirmek için ötekiyi sürekli olarak tehdit hâline getirir. Bu yüzden faşizmi anlamak için şu soruyu sormak gerekir: İnsan öteki hakkında ne düşünüyor? Ne hissediyor? İç dünyasında ötekiyi nasıl temsil ediyor? Faşizmin gerçek cephesi, tam olarak orada, içsel sahnede kuruludur.
Faşist Propagandanın Dönüşümü
Geleneksel toplumlarda bireyler aile içinde hazır bir pozisyona doğarlardı. Çobanın oğlu çoban, ırgatın kızı ırgat olurdu. Toplumsal hiyerarşi Tanrı’nın düzeni sayıldığı için eşitsizlik doğal ve meşru kabul edilirdi. Bu düzenin dışına çıkmak istisnaydı; kararlar kolektif alınır, hayat “doğal akışı içinde” sürerdi. Modernizmle birlikte bireyleşme ve çoğulluk hayatın merkezine yerleşti. Monokültürler çözülürken kişi artık kendi hayatının mimarı hâline geldi. Ancak bu özgürleşme aynı zamanda kırılganlık yarattı: Toplumsal hiyerarşideki konumu artık bireyin kendi başarısı belirliyordu. Ve birinin kazanması, çoğu kez başka birinin kaybetmesi anlamına geliyordu. Carolin Amlinger ve Oliver Nachtwey’in Gekränkte Freiheit (2022) adlı eserlerinde belirttiği gibi, modern birey eşitsizliğin sorumluluğunu artık Tanrı’ya değil kendisine yüklüyor: İşsiz, işsizliğinden; yoksul, yoksulluğundan sorumludur. Böylece yapısal sorunlar bireyselleştirilmiş oluyor. İnsan hem özgür hem de başarısızlığının yükü altında ezilen bir özneye dönüşüyor. Tam da bu noktada faşizm devreye giriyor. Faşizm, modern bireyin yaşadığı bu çelişkilerden beslenir, ancak çözmez: Sınıfsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı vaat etmez. Başarısızlığın faturasını ötekiye, hainlere, dış güçlere çıkarır. Karmaşık toplumsal sorunlara basit açıklamalar getirir. “Sen suçlu değilsin. Sizi zayıflatıyorlar. Birlik olursak kazanırız!” Bireysel kırılganlık kolektif narsisizmle telafi edilir. Böylece mutsuz birey, “mağdur edilmiş bir milletin onurlu üyesi” olarak yeniden değer kazanır.
Carolin Amlinger ve Oliver Nachtwey özgürlüğü iki temel boyutta ele alırlar: negatif özgürlük ve pozitif özgürlük. Negatif özgürlük, bireyin dış dünyadaki engellerden arındırılmış bir yaşam sürmesi anlamına gelir; burada temel beklenti “Bana kimse karışmasın.” ifadesinde karşılık bulur. Pozitif özgürlük ise bireyin kendi yaşamını şekillendirme ve kendi kararlarını verebilme kapasitesini vurgular; “Kendi kararlarımı verebilirim.” düşüncesiyle özetlenebilir. Özgürlük hem dışsal baskıların yokluğunu hem de bireyin özneleşmesini kapsar. Modern birey, pozitif özgürlüğün yükünü taşırken, eşitsizliklerin ve rekabet baskısının içinde kırılgan hâle gelir. Faşizm tam da bu kırılganlığa seslenir ve özgürlüğü basitleştirici, yanıltıcı bir biçimde yeniden tanımlar. Faşist propaganda, pozitif özgürlüğe ulaşmanın yolunun, öncelikle negatif özgürlüğü engelleyen unsurların ortadan kaldırılmasından geçtiğini iddia eder. Bu “engeller” çoğunlukla ötekiler olarak belirlenir: yabancılar, muhalifler, azınlıklar… Böylece bireyin yaşadığı güçlüklerin kaynağı toplumsal ya da ekonomik dinamiklerde değil, somut düşman figürlerinde bulunmuş gibi........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin