menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

ŞEREF KAVRAMI VE İKİ YÜZLÜLÜĞÜN SIRADANLAŞMASI

5 0
21.12.2025

Joseph Fouché

Ülkemizde sık sık yaşanan ve bireyselliği aşıp topluma da yansıyan bazı olayları, “işlevsel açıklamalar”la ya da bir tür indirgemecilik olan “metodolojik bireycilik”le gün ışığına çıkarmak çok güçtür.

Çünkü yaşananlar, genelleştirilemeyecek biçimde bizim insanımıza ve toplumumuza özgüdür; çağdışılığın ve yavanlığın yansımalarıdır.

Nitekim T24’te yayımlanan “Hukuk Düzeninde Geldiğimiz Nokta” (14 Ağustos 2025) başlıklı yazımda toplumumuzda yaygın ve kınanası bir ahlak dışılığa 1960 darbesiyle birlikte tanık olduğumuzdan söz etmiş ve gerçekten, demiştim, bu darbeden bir gün önce Yedek Subay Okulu’nda dışarı çıkmamıza bizlere hakaretler ederek, üstüne üstelik iktidarı savunarak bir dakika dahi izin vermeyen subayların hemen hepsinin, darbe olduğu gün ülkeyi kurtaran birer kahraman kesilerek düşürülen iktidara sövdüklerine tanık olmuş ve şu tanıda bulunmuştum: İkiyüzlülüğün sıradanlaşması ve yaygınlaşması.

Ayrıca olay, sadece tiksinti verici değil; iktidar ve muhalefet için, kişilik ve ahlak anlayışımız açısından son derece düşündürücüydü.

Çünkü uzun süre bir partisini milletvekili ve belediye başkanı olarak temsil eden bir bayan, veriler göre kendi partisinin iktidara koştuğu ileri sürülen, bu yüzden de hiç umulmadık bir zamanda iktidar partisine geçmişti. Basın, bu geçişin kişisel yararlardan kaynaklandığını yazıyordu.

Vaktiyle aynı kişinin iktidar partisi ve başı için söylediklerini düşününce, bu geçişin gerekçesi ne olursa olsun, herkes şaşırmıştı buna. Olasılıkla iktidar partisinde olanlar bile.

Hatta geçtiği partinin başkanı bile şaşkındı. Televizyon kanallarında parti değiştiren milletvekiline ve belediye başkanına bakışından belliydi, bu.

Ancak ben, hiç şaşırmadım. Çünkü çok yaşadım bu türden ilkesizlik örneklerini.

Unutulmamalıdır ki, tarihte her dönemin adamı olanlar vardır.

Sözgelimi, ééon’un yalancılığıyla ünlü Dışişleri Bakanı Talleyrand (1754-1838) bunlardan biridir. Napoléon’un “Siz ipek çorabımda bir pisliksiniz (kaka)” diyerek onu küçümsemesi ve aşağılaması, yalnızca tarihlere değil, sözlüklere bile geçmiştir (Örneğin, Robert, Paul, Dictionnaire Alphabétiqe et Analogique de la Langue Française, Paris, 1973, s. 1073). Çünkü Talleryand, söylediklerinin tersi bile yalan olduğuna inanılan bir bakandır. Bu yüzden Avusturya Başbakanı Metternich (1773-1859), “Talleyand ölmüş”’ dediklerinde verdiği yanıt çok anlamlı, bu yüzden de çok ünlüdür: “Mutlaka yine bir hesabı vardır.”

Dönemin bakanlarından Joseph Fouché ise, ikiyüzlülüğüyle bu tabloyu tamamlamıştır. Bu yüzden François-René de Chateaubriand (1768-1848), İmparatorun yanına girerken Talleyrand ile Fouché’nin çıktıklarını görünce, “Ben içeri girerken yalancılık ile ikiyüzlülük, İmparatorun yanından kol kola çıkıyorlardı” diye yazmıştır, unutulamaz yapıtında.

Fransız ihtilali döneminin ve hemen sonrasında bütün güç odaklarında yer alan ikiyüzlü, yasaların ve insanlığın “kalleş” diyerek andığı Brutus’un öz kardeşi Joseph Fouché’yi (1759-1820), Fransa’da herkes bilir.

O, 1789 États généraux’nun özgürlükçü ve ılımlı “Jirondin”ler ile Robespierre’in önderliğindeki cumhuriyetçi ve köktenci radikal “Jakoben”ler çatışmasında bu berikilerin yanında yer almış; Fransız Devriminin Terör Dönemi’nde (1793 ve 1794 yılları), 16 bin ila 40 bin kişiyi giyotine göndermiş, Valmy zaferinden sonra Eylül 1792'de Cumhuriyetin ilanında ve 1793'te Kral Louis XVI, ardından Kraliçe Marie-Antoinette’in ölüm cezalarının yerine getirilmesinde rol almış biridir.

Joseph Fouché, şaşıracaksınız, ama aslında papaz okullarında yetişmiş bir öğretmendir. O, 1792'de milletvekili olmuş, ceketinin cebine bir gün önce koyduğu ve kralın “affı”nı isteyeceği yazısıyla kürsüye çıkmışsa da, sonucun Jakobenlerin istediği doğrultuda çıkacağını kestirince bir çırpıda saf değiştirmiş “La Morte” (ölüm) diye haykırarak oy kullanmıştır. Kral yanlısı ayaklanmalar karşısında kanla temizleme eylemlerinde bulunmuş, Lyon'da 1.600 kişiye ölüm cezası verilmesini sağlamış, bu yüzden kendisine “Lyon Kasabı” denmiş, daha önceleri desteklediği Robespierre'in yönetimden uzaklaştırılmasını sağlamış, 1799'da Konvansiyon Başkanı P. Barras'ın yardımıyla polis örgütünün başına geçirilmiş, oluşturduğu geniş ajan ve muhbir ağını Napoléon'un hizmetine sunmuş, örgütünü kendi çıkarları için kullanmış, 1809'da Otranto Dükü olmuştur.

Joseph Fouché’yi en iyi anlatan yazar, kuşkusuz Stefan Zweig’dır (1881-1942). Ona göre, Fouché demek, politik rüzgârın yönünü kestirme, çıkarcılık, döneklik, ikiyüzlülük, güçlünün kim olduğunu kestirmek, kısaca Makyavelcilik demektir.

Özetle Joseph Fouché, Fransız Devrimi’nin en kanlı günlerinde siyaset rüzgârı yön değiştirince, infazları bile durduran, Jakobenlerin üzerine giden ve iz bırakmamak için idamları gerçekleştiren cellatları bile öldürten, sıradan bir din adamı iken devrimcilere katılıp kiliseleri yakan, rahipleri giyotine gönderen, yakın dostu Robespierre’in ilkin yanında, sonra da onu giyotine gönderenlerin yanında yer alan, kendisini var gücüyle Napoléon’un yükselmesine adayan, Waterloo yenilgisinden sonra Kral XVIII. Louis’ye sığınıp bir bakanlık bile kapan, yeri geldiğinde komünistlerin ve ateistlerin en azılısı olan, Napoléon yükseldiğinde cumhuriyetçi gömleğini çıkarıp monarşist olan, yenildiğinde ise Kral XVIII. Louis’ye sığınıp karşısına çıkan bir hain, Napoléon Elbe’den kaçınca yeniden onun hizmetine giren, Waterloo yenilgisi üzerine önce, kendisi için “tanıdığım en kusursuz dönek”diyen Napoléon’a, daha sonra da Krala, en sonunda da İtalya’ya sığınan, ateist olmasına rağmen ölümünden önce rahip çağırarak kutsal yağla kutsanmasını isteyen, özetle Stefan Zweig’ın dediği gibi, “İhanet etmeye o kadar alışmış ki, sonunda ihanet edecek birini bulamayınca kendine ihanet eden,” yeri geldiğinde komünist olup soyluların mallarını yağmalayan ve sonra da Fransa’nın en zengin ikinci adamı olan, tarihin gördüğü en güvenilmez, tiksindirici bir kalleştir.

Özetle o, tarihin gördüğü en çirkin bir ikiyüzlülük oyuncusu alçak, Zweig’ın anlatımıyla bir “ihanet dâhisi”dir.

Hiçbir zaman asla yenilenlerin, yitirenlerin yanında yer alacak kadar mert biri olmamıştır, olamamıştır.

Ülkemize gelince, son yıllarda Türkiye’miz de, ne yazıktır ki, ''Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan'' diyen Pir Sultan Abdal yoldaşlarının ülkesi olmaktan çıkmış, Fouché’lerin ülkelerine dönüşmeye başlamıştır.

Oysa bildiğimce, yaratıcıdır, Türk insanı. “Yaratıcı ise, haz uğruna çalışan biri değildir. Mutlaka ihtiyaç duyduğu şeyi yaratır” (Deleuze).

Öte yandan “Ağır ağır ölür şereflerini (özsaygıların)ı ağır ağır yok edenler” demişti, bir şiirinde Pablo Neruda.

Elbette doğru bir belirlemeydi, bu.

Bu yüzden ister iktidarda, ister muhalefette olsunlar, ülkemizi yönetenler, attıkları her adımda halkımızın en küçük kesimini bile dışlayamazlar. Nitekim bu nedenlerle bütün demokrasilerde olduğu gibi krallar, özellikle de cumhurbaşkanları, böyle bir anlayışla yansız ve nesnel (objektif) davranacakları konusunda insanı insan yapan ve kimilerince saygı gösterilmeyen birine bile saygıyı zorladığı için insanı öbür canlılardan ayıran “ŞEREF” (özsaygı, onur, amour propre, amor proprio, auto estima) değeri ve bu değeri yönettiği halk için güvence kılarak “laiklik” üzerine ant içerler.

Şunu da hiç kimse unutmamalı: Anasından doğan her İNSAN için Alman Anayasası’nın birinci maddesinin birinci fıkrası şöyle demektedir: “İnsanın şerefine (özsaygı, saygınlık) dokunulamaz. Bütün devlet gücü, bu değere saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür.

Hukukta bu kuralın adı, “sonsuzluk, ebedilik kuralı”dır (Rüthers, Bernd / Fischer, Christian / Birk, Axel, [Doğan, İlyas / Aldudak, Rukiye / Eyman, Aydın], Hukuk Teorisi, Ankara, 2020, s. 363). Çünkü bu madde, insanlığın yüz karası Hitler çılgınlığıyla her Alman’ın şerefini, insanlığını yerle bir eden, vicdanları yıkanamaz duruma getirerek kusturan Polonya’daki Trebilinka, İspanya’daki Auschwitz, Yunanistan’daki Haydari alçaklıkları gerçeğinden esinlenmiştir. Bu nedenle söz konusu madde, özünde Yaşar Kemal’in dediği gibi, dört kitapta bile asla yeri olmayan yıkım ve alçaklıklara bundan böyle hiçbir insanın destek olmamasını, olursa o destekçilerin üstüne gidilmesini buyuran bir hükümdür.

Tam bu noktada bir ayraç açmakta yarar vardır.

Bilindiği üzere değerleri, toplum içinde yaşayan insan yaratmıştır. O değerlerin başında gelen "şeref," yineleme pahasına belirtelim ki, AİHM'nin, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve ilk mahkemelerin kararlarında en yüksek değer olarak benimsenmiştir. Zira şeref, her hukuk öznesinin tinsel bütünlüğünü anlatan, bu bütünlük hakkında kendisinin ve başkalarının düşüncelerini, değer yargılarını sergileyen toplumsal bir kavramdır

Arapçadan aldığımız "şeref" sözcüğü ve kavramı üzerine hem Arap ve hem de batılı düşünürler çok eğilmişlerdir.

Arapçada şeref, bir kimseye gösterilen saygının dayandığı tinsel (manevi) yücelik, ululuk; erdem, yüreklilik vb. üstün niteliklerle kazanılmış ün; övünülecek durum gibi anlamlara gelmektedir. Şeref,........

© Antalya Son Haber