Sevgili günlük…
15 Eylül, İstanbul
2006 yılında başıma gelen ciddi bir hastalık nedeniyle on yedi gün Basel Hastanesinin kardiyoloji yoğun bakımında kaldım. Hastanede ve sonrasındaki iki aya yakın süren rehabilitasyon sürecinde, ölümle yüzleşmiş biri olarak benim için çok önemli olan birkaç karar aldım. Bunlardan bir tanesi de, eğer o an içinde bulunduğum koşullarda mümkünse, istemediğim herhangi bir şeyi yapmamak. Bunu bencilce bir yerden söylemiyorum. Ölüm o kadar beklenmedik ve ani bir şekilde insanı bulabiliyor ki, bir başkasına ayıp olmasın diye yaptığınız şeyler, bulunduğunuz özveri hayatınızdan çalıyor.
Ayrıca, cennet umuduyla yaşamayıp, öteki dünyayla ilgisi olmayan biri olarak sahip olduğum tek vaktin yeryüzünde geçirdiğim bu hayat olduğuna inanıyorum. Ve istemediğim şeyleri yapmamam mümkün olduğu halde yapmaya devam ettiğimde kendime ihanet etmişim gibi geliyor.
Bunun bencillik olmadığını daha iyi anlatabilmek için şöyle bir örnek vermek istiyorum. Çocuklarımın geleceği için benim belli bir yoğunlukta belli bir süre daha çalışmam gerekiyor. Oysa ben çocuklarımı bencilce umursamasam, hayatımı çok daha az çalışarak, dünyayı gezerek geçirebilirim. Ama ben zaten çocuklarımın daha iyi bir geleceğe sahip olmasını isteyen ve bunu zorla değil, zaman zaman zorlansam da zevkle yapan biriyim. Bu hayatta tek başıma olsam çalışmak zorunda olmadığım kadar çalışmayı kendi isteğimle yapıyorum.
Belki buna da başka bir açıdan bencillik diyebiliriz. Öyle olmadığını düşünüyor olsam da kapıyı açık bırakıyorum. Ama hayatımın bu evresinde bir karar alacağım ve bu benim yaşayış tarzımı da etkileyecek bir süre. Buna hazır hissediyorum kendimi. Bir üretim evresine giriyorum ve kendimi mümkün olduğunca dünyaya kapatıyorum. Bu yazıp yayınlamayacağım anlamına gelmiyor kesinlikle. Belki de sadece bunları yapıp çocuklarımla zaman geçireceğim bir dönem başlıyor denebilir. Benim için çok kıymetli bir iki insan dışında herkesi hayatımın, gündelik hayatımın dışında tutarak.
Bu da bir manifesto gibi oldu ama, içimden yazmak geldi. Bugün Demir Özlü okuyacağım ve Levent’le (Özçelik) buluşacağım seanslarımdan sonra.
Gerçi Oktay Akbal’ın 1965’te tuttuğu günceyi okumaya başladım biraz önce. Demir Özlü’nün ‘Berlin’de Sanrı’ kitabını okumak istiyorum. Kısacık bir metin. Novella demek daha doğru olur sanırım. Bütün bunları paylaşacak kimsem yok. Etrafımda çok az insan var kitap okuyan ve onların okudukları kitaplar da şu an benim ilgi alanımda olan kitaplar değil. Bir yandan çok yalnız hissediyorum kendimi, diğer yandan da Oktay Akbal’ın, Demir Özlü’nün, Tomris Uyar’ın yıllar önce benzer sıkıntılar, acılar ve şikayetlerle geçirdikleri hayat kesitlerini okumak yalnızlık hissiyatından koruyor beni.
Oysa şöyle de düşünebilir insan. Hiç mi bir şey değişmez bu ülkede duyarlı insanlar için?
Oktay Akbal’ın devamlı üzgün ve mutsuz olması bir tesadüf mü? Yoksa yalnızca mutsuz olduğunda mı eline alıyor kalemi? Nasıl bir gündelik hayatı var? Daha doğrusu gündelik hayatının, evinde karısıyla çocuklarıyla geçirdiği zaman dilimi nasıl? Onlardan pek bahsetmiyor. Edebiyat, yazdığı öyküler, denemeleri, fıkra yazıları. Kendisininkiler kadar dostlarının yazdıkları da ilgilendiriyor onu.
Bir de ne kadar çok yürüyorlar. Babıali’den başlıyorlar, Taksim’e kadar yürüyorlar........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Daniel Orenstein