Son Osmanlı: Teoman Duralı
Uzunca bir boy; ince, sessiz gayri ihtiyari bir yürüyüş. Sanki kendiliğinden hareket eden bir vücut. Genizden gelen bir ses ve tane tane dökülen kelimeler… Tıpkı Omurgasızlaştırılmış Türklük kitabında yaptığı eski Türklerin tasviri gibi: “Açık renk, gök gözlü, sarışına yakın kumraldılar. Gözleri çekik olmayıp daha ziyade badem şeklindeydi. Elmacık kemikleri de çıkık değildi. Ak ve duru tenliydiler…”
Onu ilk defa İstanbul’a gelişimin ikinci senesinde görmüştüm. Dersi bittikten sonra kendisiyle görüşme teklifimizi hemen kabul etmiş, Türkçe eğitimcisi olduğumuzu söyleyince daha bir mutlu olmuştu. Türkçe hocası olduğumuz için sorumluluğumuzun fazla olduğunu hatırlatarak oturacak yer göstermişti.
Teoman Hoca, akıl danışmak üzere ondan önce ve sonra kapısını çaldığımız kişilerin hiç birisine benzemiyordu. Onda diğerlerindeki gibi ne ümitsizlik ne çekingenlik ne de umursamazlık vardı. Kendisine soracağımız her soruyu sanki önceden biliyormuş gibi verdiği cevaplar ise harikuladeydi.
Yanından ayrılınca eski zamanlardan kalan büyük bir hazineyle karşı karşıya olduğumu düşünmüştüm. Müthiş bir bilgi birikimi, esaslı bir muhakeme ve engin bir hayat tecrübesi.
Bu ilk tanışıp görüşmeden sonra hocanın yakasını bırakmak ne mümkün? Hocamız nerede biz orada diyeceğim ama öyle olmadı. Bizim derslerimiz, akademik çalışmalarımız, işimiz gücümüz, gündelik telaşlarımız; hocanın yaşının fazla olmamasına rağmen yaşadığı hastalık durumları derken çok geçmeden, evden çıkılması mümkün olmayan, salgın günleri gelip çatıverdi.
Kendisine son sorum “Hocam, salgın........
© Yeni Söz
visit website