Uçuşan kavramların bugünü
Bu aralar durup durup baktığım ve her seferinde sinirimi bozup güldüren bir karikatür var. Bir mezar. Taşında sembolümsü bir şey çizili ama ad yazmıyor, benim kaydettiğim versiyonda silik (herkes kendince bir kitabe yazmış). Ayak ucuna yakın, o klasik çizimle, başında kapüşonlu bir siyah cüppe, elinde tırpanla Azrail duruyor, iskelet elleriyle. Mezardan bir feryat geliyor: “Ne var ya yine!!!” Azrail yanıtlıyor: “Hırsımı alamıyorum!!!”
Yani, mevta ne yapmış olabilir ki, Azrail’i bile canını almakla yetinemeyip, mezarında da zırt pırt dürtecek, belki defaatle tırpan sallayacak kadar nefret ettiren?
Sonra ucu bir yönüyle liberallere dayanan bir gelişme yaşanıyor, tazeleniyor nefretim, anlıyorum Azrail’i…
Son günlerde, sütliman olması umulan suyu Kemal Okuyan tarihsel materyalizmle dalgalandırınca, bir tartışmadır alevlendi. Ulus, ulus-devlet, emperyalizm ve tabii önerilen toplumsal düzenin siyasal doneleri…
Niye bende liberallerden nefrete uzanıyor peki bu durum? Dünyadaki gelişmelere, uluslararası pozisyonlara bir dahillikleri, etkileme güçleri mi var? Yok, ama bütün bu gelişmelere tek direnç gösterme ve değiştirme noktasında duran solu iğdiş etmekte öyle mahir, öyle “enternasyonal senkron”la davrandılar ki karşıdevrimlere sadakatle, bunca sorunun göbeğinde çalkalanan ülkemizde, uzun yıllar öncesinin tartışmaları ısıtılıp gündeme gelebildi yine…
Geçmişte yoğun yaşanan tartışmalardan farkı, artık kerterizden yoksun oluştur. Sadece pratik sonuçların doğruyu yanlışı belirleyebileceği bir düzlemde, o sonuçlara da nereden bakıldığının argümana dönüşmüşlüğüdür. Geçmişte pudra şekeri serpilip sol açısından makulleştirme aranırken, artık tümüyle pervasızlaşılmış, örtüler sıyrılmıştır. Bunda beis görülmez oluşunda liberal çürütmenin payı büyüktür.
Sık anarım, Ahmet Erhan, öldürülen bir arkadaşının mezar taşı için demişti ki: “Kitaplarda altını çizdiğimiz bütün satırlar, soldan sağa, sağdan sola doğru birbirlerinin içine girerek ardı arkası kesilmeyen birer soru cümlesine dönüştü… bir zamanlar gerçek bir tutkuyla sarıldığımız kavramlar, şimdi bir kül yığınına dönüşüyor dilimizin altında…”
Yumrukların boşluğa doğru savrulup, gökyüzünün anaforlanmasının beklendiği, “su kadar yalın” günlerden, bir mezar başında “kan kadar karmaşık” günlere geçişin dertleşmesiydi bu…
Ve artık “neye göre”nin bir kıstasının kalmadığı, kısır çekişmeye dönüştürülen tezlerin sızısı…
O mezarda 12 Eylül 1980’in payını biliyoruz. Ama gerisi çıplak zordan farklı bir şeydi. 12 Eylül, mıntıka temizleyip yollarını açsa da, zihinlerin iğdiş edilmesi, liberal hâkimiyetin kurulması farklı bileşenlerin eseriydi.
12 Eylül’ün faşizan baskısı, içi boşaltılıp ulufeye indirgenmiş “demokrasi”yi devrimin yerine, şoven inkârcılık ve zulüm de, minimize edilmiş “kimlik”leri sınıfın yerine ikame ederken, sermaye düzenine fit oluşun bu çatlaklarını, liberalizmin, üstelik nefes almaya çalışan solu da yedeğine çekerek kanırtması zor olmamıştı.
Açık konuşayım, gündemdeki tartışmanın, daha doğrusu ulus-devletlerle sınıfsal devrimin olanakları bağıntısını sosyalist devrim perspektifi üzerinden kurmaya karşı saldırıların fitilini ateşleyen “Öcalan tezleri”nin, kuramsal, kavramsal en küçük bir orijinalitesi, bir ağırlığı yok. “Çağrı........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Tarik Cyril Amar