menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

İstanbul Erkek Lisesi ve olaylar: Tarafımız hangisi?

16 33
20.12.2025

Geçtiğimiz eğitim yılında, Hiyerarşi’nin çekirdek grubu mensubu bir on ikinci sınıf öğrencisi, bir yatakhane odasında aynı gruba mensup on birinci sınıf öğrencileri tarafından ağır şekilde dövülüyor. Sebep: Hiyerarşi’nin ‘ilişki yasaklarını’ ihlal edecek biriyle sevgili olmak… Bu yasağa göre öğrenciler yalnızca kendi dönemleri, bir alt ve bir üst dönemlerindeki öğrencilerle sevgili olabilirler.

Alt dönem kız öğrenci kendi çevresinde dışlanıyor; üst dönem erkek öğrencinin de ceza aldığını düşünüyor fakat öğretmenler gününde üst dönem erkek öğrenciyi seremoninin merkezinde görünce isyan ediyor: “Beni mahvettiniz, bu adam hâlâ okul yönetiyor!”

Bu arada yatakhanede olan bir öğrenci şöyle aktarıyor: “Sesler duydum, gitmek istedim. Karşıma biri çıktı: ‘Bu adam biraz dövülecek!’ dedi. Odama dönmemi istedi, kapıyı kapattı.” Dövmenin ‘ayarı kaçıyor’. Olay disipline gidiyor. Yine falan mezun ertesi sabah okulda, idareyle görüşmeler yapıyor. Sonuç: öğrenciler tatil günlerine denk gelen göstermelik bir uzaklaştırma cezası alıyorlar. Ne şiş yanıyor ne de kebap!

Burada dikkatimizi şu çekiyor: Bu şiddet eylemini gerçekleştiren öğrencilerin duygusal bir motivasyonları görünmüyor. Kendilerine kurallar hatırlatılınca ‘kuralları uygulamak, Hiyerarşi’nin gereğini yerine getirmek’ motivasyonuyla kendilerinden yaşça büyük bir yatılı öğrenciyi dahi fiziksel şiddetle cezalandırıyorlar. Böylece yatakhanede düzeni herhangi bir şekilde bozabilecek öğrencilere de bir gözdağı veriliyor.

İstanbul Erkek Lisesi’nde (İEL) yaşanan bazı gelişmeler kısa sürede ülke gündemine taşındı ve manşetlerde yer aldı. Olaylar henüz idari ve adli soruşturma aşamasındayken, hangi bilgilerin doğrulanmış, hangilerinin ise iddia düzeyinde olduğunu tespit etmek zorken; meselelerin iki öğrenci grubunu da doğrudan hedef gösteren bir dille tartışılması, bu gençlerin ilerleyen süreçte topluma yeniden kazandırılmasını daha da güçleştirme riski taşıyor. Öte yandan, olayların kamuoyuna yansımış olması, “Burada neler oluyor?” sorusuna cevap arayan kamuoyunu bilgilendirme sorumluluğunu da beraberinde getiriyor. Bu nedenle, ortaya çıkan tabloyu doğru değerlendirebilmek için, olayları içeriden bilen ve bu lisenin ikliminden geçmiş kişilerin görüşlerine de başvurmak önem taşıyor.

Hadiselerin kamuoyuna yansıtılış biçimi, bizi adeta bir taraf seçmeye itiyor. Bir yanda, kız öğrencilere yönelik saldırgan ve cinsel içerikli konuşmalar yaptıkları iddia edilen dokuzuncu sınıf öğrencileri; diğer yanda ise bu öğrencileri birden fazla kez darp ettikleri ve kesici aletlerle tehdit ederek hesaba çektikleri iddia edilen on birinci sınıf öğrencileri var. Bu tabloda kim mağdur, kim haklı? İki taraflı bu anlatı, kimi zaman “Zorbanın hakkından ancak zorba gelir!” şeklinde bir düşünceyi meşrulaştırıyormuş gibi görünüyor; kimi zaman da “Olur mu canım, cezayı da öğrenci mi kesecek?” diye düşünmeye sevk ediyor.

Peki ya her iki öğrenci grubu da aynı hikâyenin neticesi, aynı dünyanın çıktısı; bir bakıma da mağduruysa?

İstanbul Erkek Lisesi’nde huzur ve güvenin zedelenmesi aslında yalnızca son döneme özgü bir durum değil. İELİM (İstanbul Erkek Liseli Mezunlar Derneği) çatısı altında bu meseleyle uzun süredir yakından ilgilenen bir mezun grubu olarak, aylardır okulumuzda geçmişte görev yapmış veya hâlen görev yapmakta olan öğretmenlerimizle, farklı dönemlerden mezunlarımızla ve şu anda okulda öğrenimine devam eden öğrencilerle görüşmeler gerçekleştiriyoruz. Elbette, tek bir yazı ya da tek bir konuşma ile meselenin tüm boyutlarını kavramak mümkün değil; ancak bu görüşmeler çerçevesinde oluşan değerlendirmeyi paylaşmanın, konuyu daha sağlıklı ve yapıcı bir zeminde ele almak için bir başlangıç olabileceğini düşünüyoruz. Bu lisede okumuş, bu kurumun eğitim tarihimizdeki yerine ve gelecekte de taşıyacağı değere inanan mezunlar olarak, yaşananları dikkatle değerlendirme sorumluluğu hissediyoruz.

Öncelikle şu noktayı belirtmekte fayda var: Bu olayda -ve aslında son yıllarda gündeme gelen pek çok benzer olayda- özne konumunda olan öğrenciler yatılı öğrenciler, daha spesifik olarak erkek yatılı öğrenciler. Okulda huzur ve güveni zedeleyen neredeyse her vakanın doğrudan yatakhane ile ilişkilendirilmesi de bunu doğruluyor. Dolayısıyla yatılı olmayı ve İstanbul Erkek Lisesi’ne özgü yatılılık kültürünü anlamadan bu hadiseleri doğru şekilde değerlendirmek mümkün değil.

Yatılılık psikolojisi üzerine Türkçe literatürde yapılan çalışmalar oldukça sınırlı. Şükran İlimsever Başarır’ın editörlüğünü yaptığı Yatılı (Okulda) Büyüme bu alanda önemli bir başvuru kaynağı (1). Mehmet Ali Akyurt’un Nihayet dergisinde yayımlanan Yatakhanenin Çocuğu Olmak yahut Yatakhane Acı Vatan başlıklı yazısı (yazar İEL 2001 mezunudur), yatılılık deneyimine dair derli toplu bir çerçeve sunarken aynı zamanda Tanıl Bora’nın Kebikeç’te yayımlanan İstanbul Erkek Lisesi ve Bizim Sınıf isimli yazısına da göndermeler içeriyor (yazar İEL 1980 mezunudur) (2,3). 2021 yapımı Okul Tıraşı filmi de yatılılık hâlini hissederek anlamak isteyenler için dikkat çekici bir anlatı sunuyor.

Yatılı okul kültürünün en belirgin olduğu ülke olan İngiltere’de bile bu konu psikoloji literatüründe yakın zamanlara kadar yeterince ele alınmamıştı. Oysa yatılılık, ülkenin yönetici sınıfını ve toplumsal yapısını şekillendiren; hatta yalnızca İngiltere ile sınırlı kalmayıp sömürge coğrafyalarındaki elit sınıfları ve dolayısıyla sömürge toplumlarını etkileyen güçlü bir kültürel deneyimdir. Harry Potter’ın Hogwarts’ı ya da Her Çocuk Özeldir (Like Stars on Earth) filmindeki Ishaan karakteri bu kültürün popüler örnekleri olarak akla geliyor. Konunun sorunlu yönleri ise bazı İngiliz psikologları Boarding School Syndrome (Yatılı Okul Sendromu) adlı bir kavram geliştirmeye ve Boarding School Survivors (Yatılı Okulzedeler) adlı bir destek grubu oluşturmaya kadar götürmüştür (4,5).

Bu yazının kısıtlı bağlamında verilen bu örneklerden bile anlaşılabilir ki; yatılılık kendine özgü psikolojik sınamalar barındırır. Yatakhane kapısından içeri adım atıldığı andan itibaren aile ve dış dünya duvarın ötesinde kalır; öğrenci için yeni, kapalı ve yoğun bir yaşam dünyası kurulmaya başlanır. Bu ‘yeni dünya’, her okulda farklı biçimlerde ortaya çıkar. İstanbul Erkek Lisesi’nin bugünkü yatılılık pratiği ise kendine özgü bazı yapısal sorunları da beraberinde getirmektedir.

Aileniz tarafından özenle yetiştirildiniz; sizin ve belki ailenizin hayallerini süsleyen ortak hedefe ulaştınız: İstanbul Erkek Lisesi. Yoğun bir emek verdiniz, sınavda başarılı oldunuz ve o parıltılı ‘başarılı çocuk’ payesine kavuşarak artık bir ‘İEL’li’ oldunuz. Aileniz gururlu, yaz mevsimi sizin için bambaşka geçiyor. Siz çevrenizin umudu, muzaffer evladısınız. Ancak küçük bir ayrıntı var: Bu okulda okumak, her gün anne-babayı görme imkanından vazgeçmeyi gerektiriyor. Ayrılık günündeki tedirginlik, ikilemler, son el sallayış ve ardından yatakhaneye merhaba…

Bu noktadan sonra öğrenciyi İEL yatakhanesinde gayriresmi bir işleyiş bekler: “Hiyerarşi”. Bu kavram; kelimenin kendi anlamının ötesinde, öğrenciler arasında belirli bir gayriresmi kurallar bütününü, alt dönemlerden üst dönemlere ve oradan bazı mezunlara ulaşan dikey bir güç ilişkisini ifade eden bir özel isimdir. Klasik alt dönem–üst dönem ilişkisinin ötesine geçen bu yapı, son 10–15 yıldır özellikle sınırlı bir mezun çevresi tarafından kurgulanmış, ardından da sürekliliği sağlanmak üzere sıkı biçimde takip edilmiş bir sistem olarak dikkat çekiyor.

Yatılı öğrenci, ilk günlerde 10. sınıf ‘ağabeyler’ tarafından toplanır ve “Hiyerarşi’nin kuralları” ciddiyetle dikte edilir. Bir mezunun ifadeleri durumu özetler niteliktedir: “İlk günlerde herkesin ismini ezberlemeye çalışmak ve sorulduğunda bilemeyince ceza almak sanırım Hiyerarşi’nin nadir ‘iyi’ yanlarından biriydi.” İlerleyen haftalarda onuncu sınıfların hayal gücüne göre şekillenen uygulamalarla hazırlık öğrencileri bu kapalı ve psikolojik sınamalarla dolu dünyaya adım atarlar. Kimi gece yarısı aniden uyandırılır ve birbirine koşturulup çarpıştırılır; kimi, “atmayana ben gelip atacağım” tehdidi altında arkadaşına tokat atmak zorunda bırakılır; kimi de toplu bir mekânda ‘absürt’ sesler çıkarmaya zorlanır. Ağabeyler bu esnada ayak ayak üstüne atıp izlerler. Bu seremoniler, üst dönem için ‘rüştün ilanı’, hazırlık öğrencileri içinse onur, benlik ve başkalarına saygının ilk yaralarıdır.

Bu şok döneminde hazırlık öğrencisinin kulağında ilk toplantılarda verilen o talimat çınlar:

“Hiyerarşi’nin üç kuralı vardır:
1) Yatakhanede olan yatakhanede kalır.
2) Yatakhanede olan yatakhanede kalır.
3) Yatakhanede olan yatakhanede kalır.”

İlk yılların en büyük korkusu ise “Hiyerarşi’den atılmak”tır: Yani kimsenin selam vermemesi, kişinin adeta yok sayılması; yeni kurulan bu dünyanın bir anda başına yıkılması… Dolayısıyla bu kültüre uyum sağlamak için mutlak itaat şarttır. Anne babayı aramak, yaşananları aktarmak zayıflık olarak görülür. Ayrıca şu duygu baskındır: “Buraya gelebilmek için çok çabaladım; dayanmalıyım.” Ve bir umut vardır: “Bir gün ben de ağabey olacağım.”

Zaman zaman ailelerin kulağına bazı şeyler gider, dilekçeler yazılır; ancak çeşitli müdahalelerle dilekçelerin geri çekildiği yahut işleme konmadığı, ailelerin olan bitenin ‘normal’ olduğuna ikna edildiği durumlar yaşanır.

Bu dünyada ağabey kural koyar, ceza verir, ödüllendirir. “Ağabey sever de döver de.” Taze İEL’liyi ve dünyasını, kısaca bu okulu ağabeyler yönetir. Bu nedenle şu kodlar kısa sürede içselleştirilir: “Ağabey gibi olmalıyım, ağabeyimin dediğini yapmalıyım.”

Elbette her öğrenci bu yapıya aynı düzeyde dahil olmaz. Hiyerarşi’nin merkezinde olmak ‘alfa’ olmayı, sertliği, karizmayı ve yer yer “öğretmene ve idareye ayar vermeyi” gerektirir. Bir mezunun ifadesiyle bu öğrenciler “ne efendilikleriyle ne başarılarıyla tanınan; tuvalette sigara içen, sabahtan akşama okulun magazinel yönüyle uğraşan ve okulu yönetmeyi isteyen” bir kitleyi oluşturur. Kimi öğretmenlere göre bu grup öğrenciler “oturuş kalkışlarıyla, davranışlarıyla kriminalize olmuş karakterler” haline gelirler. Okulun çeşitli ‘koltukları’ da çoğu zaman bu grup tarafından doldurulur. Okulun belli başlı kulüplerinde / organizasyonlarında söz sahibi olmak yahut başkanlık etmek bu grubun ödülüdür. Bu öğrenci grubunu bu yazıda ‘çekirdek grup’ olarak ifade edeceğiz.

Bu ‘kültür’ün nasıl bir karakter profili idealize ettiğini anlamak için bazı erkek yatılı öğrenciler tarafından okulda açık alanlarda okunan şu marş dikkat çekicidir (büyük ihtimalle Hiyerarşi’yi kuran çevre tarafından üretilmiştir) :

“Ne ÖSS, ne manita, ne de Abitur[1]!
Yatılı, kırman, abaza, psikopat, sersefil, cenabetiz biz!
Yatılıyız biz, kırmanız, mutluyuz!”

Hiyerarşi’nin bir diğer unsuru ‘yıllanmanın getirdiği ayrıcalıklar’dır. Örneğin hazırlık yılında sigara ve alkol ‘yasak’ görülürken, bir mezunun aktardığına göre lise birin sonuna doğru yatakhanedeki tüm dönem ‘ağabeyler’ tarafından içmeye götürülür. Rüştü veren yine ağabeydir.

Alt dönem, farklı sebeplerle ağabeyleri tarafından cezalandırılabilir. Bu ceza kimi zaman çarşı yasağı; kimi zaman bağırış, aşağılama ve küfür; kimi zaman fiziksel şiddet; kimi zamansa “Hiyerarşi’den atılmak”tır. Altın kural, hiçbir şeyin ailelere, ‘dışarıya’ yansımaması, “yatakhanede olanın yatakhanede kalması”dır.

Hiyerarşi olarak adlandırılan sistem, kız yatakhanesinde erkek yatakhanesindeki kadar sert ve görünür biçimde ortaya çıkmaz; belki de bunun nedeni, sistemi sıkı biçimde takip eden mezun ağının burada daha sınırlı olmasıdır. Ancak yine de belirli kurallar koyan, davranış biçimleri üreten ve yatılı öğrencilerin gündelik hayatını şekillendiren bir yapı mevcuttur. Buradaki çekirdek grup, fiziksel şiddetten ziyade sözlü ve psikolojik baskı üzerinden işleyen bir Hiyerarşi kurar.

Kız yatakhanesine dair tanıklıkların yer aldığı Çatı Serbest adlı podcast’in Mayıs 2020 tarihli ilk bölümü bu açıdan önemli ipuçları içeriyor (6). Hiyerarşi’den geçen bazı mezunlar, İstanbul Erkek Lisesi’nde “akran zorbalığı, baskı, taciz, şiddet” gibi süreçlerin nasıl yaşandığını ve bununla nasıl baş etmeye çalıştıklarını anlatıyorlar. Aradan beş yıl geçmesine rağmen benzer kavramların bugün yeniden gündeme gelmesi dikkat çekici.

Konuşmacılardan biri, yatılı bir kız öğrenci olarak yaşadıklarını aktarırken, “kabul edilmeyen bir karakter olmaktan, acımasız ve sert bir karaktere dönüşme” sürecini tarif ediyor. İki yıl boyunca zorbalığa uğradığını, ardından “kabul edilme ihtiyacıyla aynı davranışları alt dönemlere yansıttığını” ifade ediyor. Bu nedenle hem zorbalığa uğrayan hem zorbalık yapan biri olarak “aynı düzenin iki farklı açıdan mağduru” olduğunu vurguluyor.

Başka bir konuşmacı ise okula ilk adım attığında “sisteme uymazsa başına gelebilecek kötü şeylerin açıkça söylendiğini” anlatıyor. Sivrildiği veya öne çıktığı durumlarda “korkutucu on ikinci sınıflar tarafından uyarıldığını” belirtiyor. Bu deneyimler, kız yatılı öğrencilerin de kendi içlerinde bir güç düzeniyle karşı karşıya kaldıklarını gösteriyor.

Zaman zaman erkek Hiyerarşi’sinin kız yatakhanesi üzerinde de doğrudan etkisi olduğunu fark ediyoruz. Bir konuşmacının aktardığı “ağabeylerimiz dediğimiz erkeklerin, biz yatılı kızları toplayarak ‘fıtratları gereği bize baktıkları’ için tayt giymemizi yasaklamaları” anısı, Hiyerarşi ağabeylerinin kız öğrencilerin kıyafetleri konusunda da kendilerinde müdahale hakkı gördüklerini gösteriyor.

Bazı tanıklıklar, okul kulüplerinde söz sahibi olmanın çoğu zaman ‘erkekleşme’ beklentisi yarattığını ve ‘alfa’ davranış biçimlerinin burada da bir tür kabul kriterine dönüştüğünü ortaya koyuyor. Başka bir anlatıda ise hazırlık sınıfının sonunda öğrencinin ailesine “Beni buradan alın, kendimi hapishanede gibi hissediyorum!” çağrısında bulunduğu aktarılıyor.

Bazı kız öğrenciler bu yapıya minimum düzeyde maruz kalırken, bazıları Hiyerarşi’nin yeniden üretilmesinde aktif rol oynuyorlar. Bu spektrumun neresinde yer alırsa alsın, bütün öğrencilerin huzurunda okunan ‘kırman, abaza, psikopat, cenabet’ içerikli erkek Hiyerarşi marşının, kız öğrencilerde nasıl bir tedirginlik yarattığını tahmin etmek zor değil.

Bu tablo, kız yatakhanesinde fiziksel şiddetin daha az görülmesiyle birlikte; psikolojik baskı, kabul görme arzusu, dışlanma korkusu ve güç ilişkilerinin belirleyici olduğu bir düzenin varlığına işaret ediyor.

Yatakhanede son 10–15 yıldır yerleşmiş olan bu kültürün, yalnızca öğrencilerin kendi iç dinamikleriyle sınırlı olmadığı; aksine, bunu dışarıdan besleyen dar bir mezun grubunun da bu yapının sürdürülmesinde belirleyici bir rol oynadığı görülüyor.

Mezunların okullarıyla bağlarını sürdürmek istemeleri doğal ve anlaşılır bir durum. Ancak bahsedeceğimiz bu tabloda, bu bağın, sağlıklı bir ayrışmanın tam olarak gerçekleşemediği bir hâle evrildiği; mezunların zihinsel ve duygusal hatta zaman zaman fiziksel olarak hâlâ ‘okulda yaşıyor’ oldukları izlenimini veriyor. Bu durumun; gençlik dönemlerinde eksik ya da yarım kaldığını düşündükleri bazı deneyim ve ilişkileri telafi etme arzusuyla bağlantılı olabileceği gibi, geçmişte hayal edilmiş ancak yaşanamamış gençlik pratiklerini yeniden kurma ya da koordine etme isteğiyle de ilgili olabileceği ihtimal........

© Serbestiyet