menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

10. yılına girerken 15 Temmuz sonrası sivil-asker ilişkilerinin bir muhasebesi

16 7
13.12.2025

Türkiye’nin siyasal ve toplumsal tarihinde ordunun devlet içindeki konumu, toplumla kurduğu ilişki ve siyasal sahnedeki ağırlığı hep önemli oldu. 1920’lerden 2000’lere uzanan uzun dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), kendisini yalnızca bir askerî kurum değil, aynı zamanda modernleşmenin taşıyıcısı, Cumhuriyet devrimlerinin koruyucusu ve Anayasal rejimin kurucu-moral otoritesi olarak konumlandırdı. Bu konum, hukuki düzenlemelerin yanında, belirli söylemlerin, epistemik rejimlerin ve kurumsal pratiklerin de ürünüydü.

15 Temmuz, yalnızca bir güvenlik krizi değil, bu uzun tarihsel konumun kırılmasına ve çökmesine yol açan epistemik bir kopuşun da tetikleyicisi oldu.

Bu kırılmayı ve kopuşu anlamada, Foucault’nun arkeoloji ve soykütük (genealogy) kavramlarından yararlanabiliriz. Foucault’nun kullandığı anlamda “arkeoloji”, klasik tarih anlayışından farklı olarak, belirli bir dönemde belirli bir düşünceyi mümkün kılan kuralların, yani “söylemsel oluşumların” yapısını ortaya çıkarmayı amaçlıyor. Arkeoloji, kelimenin etimolojik anlamına yakın biçimde, düşüncenin yüzeyindeki ifadeleri değil, onların altında yatan kuralları, düzenleri ve koşulları “kazıyarak” ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bu arkeoloji, süreklilik varsayımına (tarihi baştan sona akan bir hikâye olarak görme), ilerleme fikrine (bilginin giderek daha “doğru” hale geldiğini düşünme) ve özne-merkezliliğe (bireylerin niyetlerine, zihinsel yapılarına odaklanma) karşıdır: Arkeoloji “kesintiler”, “kopuşlar” ve “epistemeler” üzerine kurulur.

Foucault’nun daha sonra geliştirdiği ve Nietzsche’den etkiler taşıyan soykütüksel analizin sorulardan biri ise şuydu: Toplumsal düzenler, normlar ve iktidar pratikleri hangi mücadelelerin ürünüdür? Burada merkezde güç ilişkileri vardır. Soykütük, bilginin “tarafsız” olmadığını; her bilgi biçiminin iktidar ilişkileriyle iç içe oluştuğunu gösterir. Bu kavramsallaştırmanın konumuz için belki en önemli katkısı ise şudur: Her bir kurumsal yapının altında rastlantılar, mücadeleler, güç ilişkileri vardır ve soykütük, tarihsel köken (orijin) aramaz, onun yerine, ortaya çıkış anlarına (emergence) dikkat kesilir.

Ordunun Tarihsel Rolünü Mümkün Kılan Söylemler

Ordunun sahip olduğu yüksek siyasal konum belirli bir söylemsel düzenin içinde mümkün hale geldi. Cumhuriyet döneminde şekillenen, merkezinde Atatürkçü/Kemalist ideolojinin yer aldığı episteme, orduyu yalnızca askerî bir güç olarak değil, ulusun kurucu öznesi ve modernleşmenin taşıyıcısı olarak tanımlıyordu. Bu söylemde ordu, bilimsel aklın, fennin ve ilerici değerlerin temsilcisi, laikliğin ve Cumhuriyet’in bekçisi ve siyaset üstü bir moral otorite olarak konumlandırıldı.

Bu söylemin arkeolojik düzeydeki etkilerinden biri, ordunun siyasal alanı düzenlemesinin bir “müdahale” değil, adeta “epistemik bir gereklilik” olduğunun düşünülmesi oldu. Buna bağlı olarak askerî müdahaleler yalnızca askerî eylemler değil, aynı zamanda bu söylemin ürettiği epistemik bir meşruiyet zemininin tezahürleriydi.

Türkiye’de 2000’lerin başına kadar hâkim olan bu düzen, askerî özerkliği, yüksek komuta kademesinin bilgi üretim kapasitesini (MGK raporları, iç tehdit değerlendirmeleri, “Kırmızı Kitap”, EMASYA protokolleri, vb.) ve askerî liselerden harp akademilerine kadar askerî eğitim kurumları başta olmak üzere bu bilgi evrenini yeniden-üreten kurumların yarı-otonom entelektüel konumunu doğal ve meşru kıldı.

Post-2016: Epistemik Kopuş

15 Temmuz sonrasında Türkiye’de ordunun toplumsal ve siyasal rolünü belirleyen söylemsel düzen öylesine köklü biçimde değişti ki bu değişimi, aslında bir epistemik kopuş olarak tanımlamak mümkündür.

Yeni düzenin belirleyici unsuru, “devleti iç tehditlerden arındırma” söylemi oldu. Söz konusu arındırma mücadelesi çerçevesinde, askerî özerklik artık bir risk alanı olarak tanımlandı. “Yerlilik ve millilik”, “Peygamber ocağı milli ordu” ve “darbeci zihniyet” gibi kavramlar, TSK’nın tarihsel rolünü yeniden tanımlayan hegemonik söylemlere dönüştü.

Bu yeni söylem, Harp okullarının kapatılıp Milli Savunma Üniversitesi’ne (MSÜ) bağlanmasını, Genelkurmay’ın yetkilerinin azaltılmasını, Kuvvet komutanlıklarının bağlantısını yahut YAŞ’ın yapısının değiştirilmesini, Jandarma ve Sahil Güvenlik’in İçişleri Bakanlığı’na devredilmesini yalnızca teknik reformlar olarak değil, yeni bir bilgi rejiminin kurumsal ifadeleri olarak mümkün kıldı.

Bu söylemsel zeminde ordu, artık “rejimin bekçisi” değil; devletin yürütme organına (Cumhurbaşkanına) entegre bir operasyonel aygıt olarak yeniden konumlandı. Böylece TSK’nın siyasal rolü “tarihsel zorunluluk”tan “kurumsal işlev” düzeyine indirgenmiş oldu.

İktidarın Kurumları Yeniden Üretme Biçimi

Foucault’da arkeoloji, belirli bir söylemin koşullarını incelerken, soykütük iktidarın pratikler, kurumlar ve bedenler üzerindeki etkisini analiz eder. 15 Temmuz sonrası sivil-asker ilişkilerinin dönüşümüne soykütük perspektifinden bakıldığında şunlar görülebilir:

Kurumsal iktidarın yeniden dağıtılması: Kuvvet Komutanlıklarının Genelkurmay’ı atlayarak MSB’ye bağlanması veyaHarp okullarının MSÜ adlı sivil bir üniversiteye dönüştürülmesi, Foucault’nun “kurumsal bilgi üretiminin denetimi” kavramı ile uyumludur. Çünkü Harp Okulları sadece bir eğitim kurumu değil, aynı zamanda ordunun ideolojik ve epistemik hafızasının üretildiği mekânlardı. Bu hafızanın dağıtılması, TSK’nın kendi iç bilgi rejimini üretme kapasitesini zayıflattı. Yerine üniversite yapısı içinde daha merkeziyetçi, sivil etkiye ve gözleme daha açık, daha denetlenebilir bir bilgi üretimi getirildi.

Bilgi–iktidar ekseninin tersine çevrilmesi:Daha önce ordu, ürettiği askerî bilgiyle (tehdit algısı, güvenlik analizleri, stratejik değerlendirmeler) siyasal alanda etkili bir konuma sahipti. 2016 sonrasında ise siyasal merkezde üretilen bilgi, ordunun kurumsal düzenlenmesini belirleyen ana eksen haline geldi. Bilgi artık askerî bürokrasiden siyasal merkeze değil, siyasal merkezden askerî bürokrasiye doğru akmaktadır.

Tasfiyeler ve yeni hiyerarşi:Soykütüğün, bir iktidar düzeninin yeniden kurulmasını “köken”e değil, “ortaya çıkış anlarına” (emergence) bağlayarak açıkladığını yukarıda söylemiştim; Foucault soruyu şöyle soruyordu: Belirli bir olay hangi rastlantıların, güç mücadelelerinin, uluslararası konjonktürün, kurumsal pratiklerin kesişiminde ortaya çıkar? İşte 15 Temmuz 2016 bu anlamda bir “emergence”tır. 2016 sonrası TSK’daki geniş çaplı tasfiyeler, iç hiyerarşinin yeniden kurulması ve komuta kademelerinin siyasal merkeze daha sıkı bağlanması da bu çerçevede anlam kazanır. Bu süreçte kurumun içindeki özerk güç ağları dağıtılmış, yerine siyasal merkeze sadakatle tanımlanan sıkı otorite ilişkileri yerleştirilmiştir. Bu açıdan, 2016 sonrası yaşananlar, sadece ordunun geleneksel siyasal konumunun tasfiyesi değil, aynı zamanda ordunun kurumsal kimliğinin yeniden tanımlandığı ve özerk söylem üretme kapasitesinin elinden büyük ölçüde........

© Serbestiyet