teşbihte hata!

“Teşbihte hata olmaz” derler “eskiler”; yani benzet benzetebildiğince! “Eski” hissettiğimden olsa gerek sıkça kullanırım bu “özdeyişi”. Ne var ki hata olabileceğini üstelik bu hatanın da vahim sosyolojik ve hatta antropolojik yanılgılara, yorumlara yol açabileceğini görünce hatalı olunduğunun mertçe itiraf edilmesi gerektiğini düşünürüm.

Sıkça kullandığım bir benzetmedir, belki de metafor: denizanası… Halkı denizanasına benzetirim; bilirsiniz, denizanaları akıntıyla hareket ederler –ki sürü benzetmesinde dillendirilen koyunlar onların yanında bu bağlamda pek masum kalırlar- çöple beslenirler, duyargaları çok zayıftır, beyinleri yoktur. Hayvanlar âlemi ya da diğer canlılar ele alındığında bu her daim birlikte imiş gibi görünmelerine rağmen “sosyallik” anlamında en zayıf canlı olduğu da iddia edilebilir. Ve bilenler bilir; bulundukları yerde yüzmek hiç de hoş olmayan sonuçlar doğurabilir ve oldukça da sevimsizdir üstelik. Derdim! Ancak geçtiğimiz haftalarda Nokta Haber Yorum’da yayınlanan bir araştırma denizanalarının bile hatalarından ders çıkarabildiğini gösterdi; görsel ve mekanik uyaranlar sonucu edinilen deneyimlerin bir tür öğrenmeye neden olduğu da aynı araştırmada ortaya çıkmış; ilişkilendirmeli öğrenme yardımıyla karşılarına çıkan engellerden kaçınma kabiliyetinde oldukları ve bu canlıların duyusal uyaranlar ve davranışlar arasında zihinsel bağlantılar oluşturdukları düşünülüyor şimdi denizanalarının. Yazıdan sonuç tümcesi: En basit sinir sistemleri bile karmaşık öğrenme görevlerini gerçekleştirebiliyor gibi görünüyor. Kuşkusuz çalışmalar sürüyor; ne var ki bu durum teşbihte ciddi bir hata yaparak denizanalarına haksızlık ettiğimi düşünmeme engel oluşturmuyor!

Yine bir kuyruktayız –kibarca söylemek gerekirse işlem sırası- önceki yazıda söz ettiğimden “biraz” farklı. Gün biraz daha ışımış, soğuk biraz daha kırık. (İş saatleri; mesai kabilesi!) En büyük fark ise bu sırada yüzlerin gülüyor olması; evet yanlış duymadınız/okumadınız yüzlerin güldüğü, gülebildiği bir “kuyruktayız”. Zaman zaman kalabalıktan “buna da şükür” ya da “Allah razı olsun” nidaları yükseliyor. Bu sefaletin -üstelik bir kış sabahında- “sevinçli bir telaş içinde” olmasının nedeni hemencecik anlaşılıyor: hemen hepsi devletlerinin –ya da reislerinin- ya da belediyelerin sosyal yardım adı altında verilen birkaç yüz lirayı almak için beklemekte. Birkaç kuruşluk doğal gaz ya da elektrik fatura desteği de o tiksinti verici kelime ile “bonus” olmalı. Bekleyişin bir iki lira daha ucuz ekmekten daha kârlı sonuçlara yol açacağı malum; yine de çarpsan toplasan yirmi avroyu geçmez sadaka; “buna da şükür” ya da “kısa günün kârı”. Teşne şükür toplumunda bunun adı sadaka, fitre, zekât, vesaire; sonucu ise yegâne siyasi katılım aracı olan seçimlerde oylar reislere… Yüzyıllardır uyutuldukları öcü masalı, “her zamankinden çok birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz bu günlerde” diye başlayan “vatanın, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü” diye devam edip nüfusun yüzde doksanına açlığa, sefalete, yoksulluğa ve yoksunluğa katlanmasını emreden. (Ve kayıtsız şartsız bu emre biat edilen.) Bir sevinç dalgası daha yayılıyor ki kuyruktan kayda düşülmesi, unutulmaması gereken; tüm “emekliler”, işçisi köylüsü, memuru yüzüncü yıl harçlıklarını alacaklarmış; borsa simsarlarının o iğrenç jargonları ile devam edersek “sefaletin piyasası şenlenmiş durumda”. “Bundan iyisi can sağlığı” diyor birisi, çoğunluk katılıyor buna çok azı sessiz. Asıl sorun şu ki sağlıklı olduklarını zannediyorlar.

iki aforizma

Julius Firmicus Maternus “Gizemleri dinle bağdaşmayan birtakım saçmalıklar üstünlük kazanmış… bunlar insanın ölümünden sonra, kutsal olmamasına karşın kutsallığın tanıkları durumuna getirilmiştir” derken ondan bin beş yüz yıl sonra Bakunin Voltaire’nin “Tanrı var olmasaydı bile onu icat etmek gerekirdi” sözünü yanıtlarken son noktayı koyuyor: “Eğer Tanrı gerçekten varsa bile onu yok etmek gerekir.”

Bu bölüm yazılmayabilirdi ya da bir başka gerekçeye bir başka zamanda eklenebilirdi; şimdi olmasının nedeni masaya oturmadan tv’de seyrettiğim “Arjantin halkı öfkeli” başlıkla verilen görüntülü haberlerdi. Sanki Jarvier Milei’yi ben seçtim! Üstelik adam iktidara gelince ne yapacağını da açık seçik söylemişti. Çapsız bir faşist had safhada niteliksiz –çoğu gibi- vasat altı –çoğu gibi- aşırı sağcı, ne var ki türleri arasında az rastlanacak tarzda açık sözlü; söylemedikleri tabii ki var!

(Che Arjantinliydi değil mi?)

Tercih kelimesi sözlüklerde “yeğleme” diye tanımlanır: birine ya da diğerlerine karşı bu…

Tercih eden özgün durumu için taraf olmuştur; tercih gidilen/tutturulan yoldur, süreç içinde taraf olmaktır ve bu süreç tercih bağlamında sonsuza dek sürecek bir biçimde tercihte bulunan yaşamını niteleyecek etkileyecektir. Sadece onun mu, tabii ki hayır; tercihi ondan/oradan olmayanı da etkiler; o bu tercihe katılmasa bile niteliksiz niceliğin kendi yaşamını doğrudan etkileyen tercihlerinin sonuçlarına boyun eğmeyi, dolaylı biat etmeyi zorunlu sayıyorsa… O da en az tercihi yapan kadar bundan sorumlu değil midir? Çoğunluğun, yedekli çoğunluğun tercihine karşı mücadelede geri, eksik, zayıf ve inisiyatifsiz duranların sorumluluğu yok mu? En uçta dahi olsa görünmez dahi, “diğer” yolu yaratamayanlar…

Aralarında anlam nitelik ya da nicelik nüansları olsa da tercih üzerine farklı bağlamda birkaç söz, halk ağzından: iki ucu boklu değnek, aşağı tükürsek sakal yukarı tükürsen bıyık, bokla tezek arasında, veba ile kolera arasında…

Tercih eden yaptığı tercihin kendisi için olumlu olduğunu düşünür ya da tercihinin sonuçlarının daha iyi olacağına inanır, inancı budur. Ve görünen o ki bu “yanılsamayı” sorgulamaksızın ömür boyu taşır. Patolojik bir bağımlılık hali…

Kişiler, topluluklar, toplum ve halklar yaptıkları tercihlerin sonuçlarına da katlanmak zorundalar. Tarihin yazdığı katlandıkları şeklinde; “ben yapmadım o yaptı” diyebilme, yalan söyleme hakları yok; olası her yolla anımsatılmalı ve hesap sorulmalıdır aynı zamanda. Anımsatma hesap sorma sürecinin ilk adımı olabilir mesela… Aynı hesabı vermekten onların tercihlerine katılmasalar bile biat edenlerde, kabullenip boyun eğenlerde, yeterince mücadele etmeyenlerde kaçamamalıdır. Geride kalana küçük çok küçük azınlık bile olamayacak kadar küçük olana ise…

Almanya’yı anımsayın; Nazileri. Desteklemeyenler kısa sürede “etkisiz hale getirilirken” geride kalanların tümüyle, istisnasız tümüyle desteklediği Nazizm. Savaş sonunda yenilgi yaşandığında önemli bir kısmı ölü böcek taklidi yapmaya, haberim yoktu bilmiyordum demeye başlamadılar mı? Ya yenilmeselerdi? (Biricik siyasi katılımı hiç de demokratik olmayan –umurlarında mı sanki- seçimlerde oy vermek olanların seçimlerden sonra verdikleri oyu söylemekten utandıklarını ve ilk seçimde yine aynısını yaptıklarını görmüyor muyuz?) Ukrayna halkı içinde aynı katlanma durumu geçerli değil mi; çapsızlıkta niteliksizlikte Milie’den farkı olmayan zavallı bir maşa, Nazi artığı Zelensky tercihinin sonuçlarına katlanmaktadır “halk”. Ve tekrarla biricik siyasi katılım şekli –ya da akıl yürütme ya da eylemi- ister demokratik olsun isterse demokratik olmasın seçim/oy kullanma olan “halk” için bu katlanma durumu ahlaki olarak da meşru bir zorunluluktur. Savaşın “diğer” tarafının göreceli değerlendirmeye açık haklılığı ya da haksızlığı bu tartışmanın dışındadır. Devrimci bir geleneği olmasına rağmen ezici bir çoğunlukla köktendinciliğe ve emperyalist aparatçıklara biat etmiş çeşit çeşit halklarda halklar da bu tercihlerinin sonuçlarına katlanacaktır; çünkü coğrafya çoğu zaman söylenegeldiğinin aksine kader değildir…

İstisnasız tüm halklar…

İstisnasız…

Dostoyevski tarihin önemli ideoloji çatışmalarının yaşandığı yıllarda Ecinniler’de Şigalev’in sözleriyle bu “bunalımı” şu şekilde dillendiriyordu “Vardığım sonuç da ilk başta hareket ettiğim düşünceyle taban tabana zıt. Sınırsız bir özgürlükten yola çıkıp sınırsız bir despotizmle bağlıyorum sonucu… Herkes toplumun, toplum herkesindir. Herkes köle, kölelikte eşittir… Köleler eşit olmalıdır: Zorbalık olmadan ne özgürlük, ne eşitlik olmuştur şimdiye dek, ama sürüde eşitlik olmalıdır.” mıdır? Bir tarafta kutsallığa atfedilen kölelik diğer tarafta devletsiz bir özgürlük.

Aynı yüzyılda Alman idealisti Ludwig Feuerbach, “tanrı insan’ı insan tanrı” yaptı diyerek insanın yenileştirilmiş kutsallığında yeniden doğuşunu formüle etmeye çalışıyordu. İnsanı tanrı yerine koyarak ide’yi kutsallaştırıyor ve bu şekliyle insanı doğanın tek öznesi olarak tanımlama yolunu seçiyordu. Böylece farklı iki düzlemde birey ön plana çıkarılırken onun tekil-özne olmasının koşulunun, insan tanımının yüce bir varlıkla bir arada biçimlendirilmesi olduğunu dillendiriyordu. Feuerbach, bireyi, düş kurmayan akıl ile var olan gerçeği özümsemeye çalışan bir varlık olarak görüyordu: tıpkı “yeni dinsel kurgunun” tanımladığı gibi. İdealist düşünce komünist düşünürlerden yanıtını almakta gecikmedi. Kutsallığın yaratılmasında insan düşüncesinin katkısı görüş ayrılıklarının temel noktasıydı ve “Tanrılar ülkesi’ insanların imgeleminden başka bir yerde herhangi bir zaman mevcut olmuş imiş gibi, ve sanki bu bilgin beyefendiler hiç akıllarından bile geçirmeden ve daima şimdi yolunu aradıkları bu “insanlar ülkesinde” yaşıyorlarmış gibi” düşünen insanlarla tartışma sürüp gitti. Marx’a göre bu egemen sınıfın düşüncesiydi. Ve egemen maddi gücü olan sınıf doğal olarak egemen manevi gücüde oluşturuyor ve tüm kurumlarını bu egemen manevi gücün üzerinde inşa ederek egemen maddi gücü koruyordu. Bu tarihin yeniden okunmasına da aracılık eden “yeni” bir yaklaşımdı ve böylece bireyler egemen güçler altında tarihteki rollerini oynamaktaydılar. Var olan toplumsal düzeneğin erekselliğini sorgulayan bilinç -birey-, egemenliği oluşturan ilişkiler yasasını bulmak için yola çıkarken, var olan düzenin bu süreçteki belirleyiciliğini de dikkate almak zorundadır. Engels ile devam edelim “…doğrudan ya da ideolojik ve hatta tanrısallaştırılmış bir biçimde, eylem halindeki yığınların ya da onların liderlerinin -büyük adam denilenler bunlardır- düşüncesinde bilinçli güdüler olarak yansıyan devindirici nedenleri aydınlığa çıkarmak -işte bizi başka başka çağlarda ve başka başka ülkelerde olduğu gibi tarihin tümü üzerinde de egemen olan yasaların izi üzerinde götürebilecek tek yol budur. İnsanları harekete geçiren ne varsa, hepsi zorunlu olarak onların beyninden geçer, ama bunun beyinde alacağı biçim koşullara çok bağlıdır.”

Rastlantı öğesinin -yetenekli- önder insanın bu koşullar içinde ortaya çıkışında önemli olduğuna ve olayların akışında etkili olduklarını söyleyebilir miyiz? Rastlantısal olgularla bu önderlerin kişiliklerinden gelen özellikler Plehanov’a göre altta, derinlerde yatan genel nedenleri gizler ya da onların silikleşmesine neden olur. Burada karşımıza bir başka sorun çıkmaktadır: bu da silikleşmenin ya da gizlemenin, yetenekliliği, kişisel özellikleri ve rastlantıları kullanan önderlik tarafından bir ideolojik araç olarak kullanılıp kullanılamayacağıdır.

Peki, “rastlantılar” küresel ölçekte düşüş/çöküşteki ülkelerin toplumların liderliklerini niteleyen temel unsurların vasatlık –ve hatta vasat bile olamayan hal-, entelektüel zafiyet ve sığlık –ve hatta ölçülemez cehalet hali-, fetişe edilen/kutsanan otoriterlik –ve hatta kutsallaştırılan-, kokuşmuşluk olması neyi örnekler: çöküşü ve çöküşe gösterilen kitlesel rızayı…

Diğer taraftan doğal olarak tüm kitleden, onu yönlendirenler kadar bilinçli ve “bilgili” olması beklenmemelidir değil mi?

Milie’yi, Zelensky’yi anımsayın ve daha niceleri var… Küreselleşmenin ikinci bölümünün başlangıcı; kimi ülkelerin kaçınılmaz kaderi toplumsal dekadans… Savaşlara gerek var mı; toplulukların/toplumların antropolojik, sosyolojik ve hatta psikolojik özelliklerine göre doru yapılmış müdahaleci propaganda yeter. Belki de basit bir laboratuar deneyinin örneklemini oluşturuyoruz kim bilir?

Kendini beğenmişlik içinde gönül rahatlığı, boş duygusal düşler, ilkesiz dar kafalılık…

Anarşist kuramcılara göre insan soyutlama ile tanrıya ulaşmakta ve tanrı insanlığa, en büyük efendi, ulu önder ya da kral üzerinden köleliği armağan etmektedir. Diğer taraftan insan bilimsel düşünce yoluyla somutu kavramakta, somut kavrayışın zenginleşmesi soyut genellemeler yapılmasına yol açmaktadır. Ve bu türden zenginleşmiş soyut kavrayış hali paradoksal olmayan bir biçimde bir tiranlığın oluşmasına yol açacaktır ve tiranlığın hangi türü olursa olsun ona katlananların özgürlük duygusunu yitirmesine ve Bakunin’nin dediği gibi “yalnızca dış koşullarda değil fakat içsel olarak ta, hatta varoluşunun özünde dahi köle bir halk haline gelmesine” neden olacaktır.

“Muhalif” tv’lerden birinde eski bir ekonomi bakanına, yanlış anımsamıyorsan Çiller’in ya da M. Yılmaz’ın ekonomi bakanı, asgari ücretleri ve emekli maaşlarını kastederek soruyor spiker “nasıl yaşayacak nasıl geçinecekler?” Karşısındaki mırın kırın ederek politik doğruculuğundan ve kimseyi rencide etmeden yani “halkı kin ve düşmanlığa sevk etmeden” yanıtlamaya çalışıyor. Onun yerine ben yanıtlıyorum bu soruyu: “Sadaka bekleyerek, dilenme mitingleri yaparak, verilene şükrederek, sürü salınımını yapmaya özen göstererek ya da en önemlisi yaşadığını zannederek…

İnsanı tanrıya hâkim kılalım, çünkü onu, O yaratmıştır. Ve Bakunin’in dediği gibi “işte bu soyutlama bu caput mortum (hiçlik), her içerikten yoksun gerçek hiçlik, tanrı, biricik gerçek, bengi, her şeye gücü yeten varlık olarak ilan ediliyor. Gölge, cisim oluyor ve cisim gölge gibi yitip gidiyor.” Ve tanrı var olduğu andan itibaren neredeyse hemen her şeyin başında yer alıyor: ister ezilenleri isterse ezenleri kucaklasın. Ne var ki “bu tanrı” hiçbir koşulda tüm insanlığı aynı anda kucaklayabilecek enginliğe sahip olamıyor.

Tanrı düşüncesinin gelişiminin evrimle birebir ilişkili olduğu düşünülmelidir. Evrim basamağında insan en akıllı varlık olarak kabul edilir. Evrim sürdüğüne göre insan, daha zeki varlıkların oluşmasını engelleyebilecek akla sahip olacak mıdır? Ve böylece doğadaki diğer canlılar üzerindeki tartışmasız -ve kıyıcı- üstünlüğünü, etkinliğini pekiştirecek midir? Yapay zekâ tartışmalarını şimdilik bir kenara bırakacak olursak bu sorulara “evet” yanıtını verebilmemiz için çok nedenimiz var. En azından bu yanıtlardan biri şu şekilde olabilir: “Evet… Çünkü insan tanrıyı yarattı ve onu insana hâkim kıldı.” Bu kadar içselleşmiş bir tanrının devletler kurarken, tabii ki din oluşturmaması düşünülemezdi, sürekli yenilenen bir din. Bu bağlamda güncel bir sorun insanların laikliğe neden gereksinim duydukları ya da laikliğin bu bağlamda -en olumlu yaklaşımla- bir yanılsama olup olmadığı?

“Eğer tanrı yeni bir vahiy (din, inanç) bağışlayacak olsa, bu yolda avam halkı değil, özel tinsel nitelikleri olan seçilmiş (seçkin) kişileri kullanacaktır” diyor Çadayev. Bundan sonra kendilerine vahyedilmiş seçkin kişilerin bu dini nasıl kullanacakları sorunu ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bir dini anlamanın yolu da bu seçkin grubun bir özne olarak var olduğu alanda dini “faaliyet halinde” incelemek gerekiyor. Bunun anlamı şudur: din daha doğduğu andan itibaren, içinde doğduğu ya da birlikte oluştuğu yapılanmanın aracısı durumuna geliyor. Dinin devleti olgusu var olmadan yok oluyor -din olduğu için var olma koşulları yoktur zaten- ve din her zaman devletin dini olarak varlığını sürdürüyor. Devlete mas olmuş haliyle din, laiklik olgusunun tümüyle yeni bir dinden başka bir şey olmadığını da bize gösteriyor. Egemen bir güç olarak devletin olduğu her yerde herhangi bir şekliyle dininde olacağını ve bu dinin vahiy bağışlanan seçkinlerce laiklik vurgusuyla kullanılacağını da biliyoruz. Bu bağlamda en birincil hedef dinsel yaşamda laikleştirilmiş birey olabilir. Bu, günümüzde kullanılan; “laiklik, din ile devlet işlerinin ayrılmasıdır” şeklindeki tanımın da en çok beslendiği yaklaşımdır. Ancak unutulmaması gereken bu ve benzeri tanımlamaların, din unsurunun da içinde yer aldığı örgütlenme hiyerarşisine hiçbir şekilde ilişmediği ve bu “kutsal” yapıyı bozmadığıdır. Ya da vahiy bağışlanmış şefler ya da seçkinler olduğu sürece ya da bir takım kişilere bu bağışlamanın yapıldığına ya da bağışlayanın var olduğuna inanıldığı sürece anladığımız anlamda laikliğin olmayacağıdır. O zaman ise bu kavrama zaten gereksinim kalmayacaktır.

Tv haberleri ile devam edelim; yıl sona ererken yıl boyu yaşananları anlatan görüntülü haberler… Önce alışık olduğumuz üzere doğu Karadeniz bölgesinin bol suyu olan köylerinden birindeyiz. Yamaca ve köy yoluna toplanmış köyler eylemde; köylerine HES yapılmasını istemiyorlar, etraflarını firmanın özel güvenlikçiler çevirmiş jandarma desteğe gelmiş. VTR’de zaman zaman bir itiş kakış hali… Bu görüntüleri köylüye destek –ya da trekking- için gelmiş gençlerle köylülerin horon tepmesi görüntüleri izliyor, ardından yine arbede, iyice bir klip hazırlamış tv. Ve Köylülere uzatılan mikrofon: “neden bizim köye yapılıyor karşı köye yapılsın…” ve bir diğeri belli ki bunu söylerse karşısındakinin imana geleceğini zannediyor, köyde zaten var olmasına rağmen gerçekte olabilir söylediği, : “biz buraya cami yapacaktık…” Arada reise edilen dualar, minnet beklentisi. Tabii yerel lehçe ile… Ardından cami ile girişilen arbeden. Kazanan HES’çi firmanın “yerel” müteahhitleri. Seçim sonuçları ise bildiğimiz gibi…

Ardından yeni habere geçiyoruz, ülkenin diğer ucundan; madene açılan zeytinlikler. Tablo benzer bir tarafta reislerine dua ederlerse istediklerinin olacağını zanneden köylüler diğer tarafta uluslararası ortaklığı olduğu söylenen maden firmasının dev cüsseli korumaları, jandarma firma lehine orada… Arbede eksik değil; jandarmadan yakınsalar da sesleri pek cılız çıkıyor bu yakınma esnasından Köylüler yalnız kalmış, orta-üst sınıflardan gelen çevreciler yazın yaptıkları boş vakit değerlendirme-hobi faaliyetlerine ara vermiş kentlerinin lüks mekânlarında fotoğraf paylaşıyor olsa gerek. Bilmece: sizce bu köylüler son seçimlerde %90 oyla kimi desteklediler, tıpkı ilk seçimlerde tekrar yapacakları gibi. Kazanan ise maden şirketi.

Son haber daha kın tarihli, bölge farklı; her daim dinci ve ırkçı faşizmin kalelerinden birindeyiz bu kez. İşten atılan işçiler eylemde; karşı tarafta jandarma ön planda gözüküyor. Eylemciler Cuma namazına gidememekten şikâyetçi ve tabii bunca desteklerine rağmen gördükleri muameleden. Destekleri pek az kendilerinden başka kimse yok, kent halkının ya da kentteki diğer dini bütün emekçilerin bu eyleme destek vermeye pek de niyetli olmadığı anlaşılıyor. Vtr sert itiş kakış görüntüleri ile sona eriyor. Kazananın kim olacağını biliyoruz…

Bu görüntüler nedense usuma yetmişli yıllardan kalmış bir “türküyü” getiriyor, bizim saftirik solcuların o yıllarda sıkça terennüm ettiği: “jandarma biz sosyalistiz / dostuz yalnız biz sana…” Yoksa çaresiz yalnızlığımızla, kimsesizliğimizle yüzleşmekten duyduğumuz korkunun ifadesi mi?

QOSHE - Çöküşe Rıza (2 ) - Tolga Ersoy
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Çöküşe Rıza (2 )

6 0
28.12.2023

teşbihte hata!

“Teşbihte hata olmaz” derler “eskiler”; yani benzet benzetebildiğince! “Eski” hissettiğimden olsa gerek sıkça kullanırım bu “özdeyişi”. Ne var ki hata olabileceğini üstelik bu hatanın da vahim sosyolojik ve hatta antropolojik yanılgılara, yorumlara yol açabileceğini görünce hatalı olunduğunun mertçe itiraf edilmesi gerektiğini düşünürüm.

Sıkça kullandığım bir benzetmedir, belki de metafor: denizanası… Halkı denizanasına benzetirim; bilirsiniz, denizanaları akıntıyla hareket ederler –ki sürü benzetmesinde dillendirilen koyunlar onların yanında bu bağlamda pek masum kalırlar- çöple beslenirler, duyargaları çok zayıftır, beyinleri yoktur. Hayvanlar âlemi ya da diğer canlılar ele alındığında bu her daim birlikte imiş gibi görünmelerine rağmen “sosyallik” anlamında en zayıf canlı olduğu da iddia edilebilir. Ve bilenler bilir; bulundukları yerde yüzmek hiç de hoş olmayan sonuçlar doğurabilir ve oldukça da sevimsizdir üstelik. Derdim! Ancak geçtiğimiz haftalarda Nokta Haber Yorum’da yayınlanan bir araştırma denizanalarının bile hatalarından ders çıkarabildiğini gösterdi; görsel ve mekanik uyaranlar sonucu edinilen deneyimlerin bir tür öğrenmeye neden olduğu da aynı araştırmada ortaya çıkmış; ilişkilendirmeli öğrenme yardımıyla karşılarına çıkan engellerden kaçınma kabiliyetinde oldukları ve bu canlıların duyusal uyaranlar ve davranışlar arasında zihinsel bağlantılar oluşturdukları düşünülüyor şimdi denizanalarının. Yazıdan sonuç tümcesi: En basit sinir sistemleri bile karmaşık öğrenme görevlerini gerçekleştirebiliyor gibi görünüyor. Kuşkusuz çalışmalar sürüyor; ne var ki bu durum teşbihte ciddi bir hata yaparak denizanalarına haksızlık ettiğimi düşünmeme engel oluşturmuyor!

Yine bir kuyruktayız –kibarca söylemek gerekirse işlem sırası- önceki yazıda söz ettiğimden “biraz” farklı. Gün biraz daha ışımış, soğuk biraz daha kırık. (İş saatleri; mesai kabilesi!) En büyük fark ise bu sırada yüzlerin gülüyor olması; evet yanlış duymadınız/okumadınız yüzlerin güldüğü, gülebildiği bir “kuyruktayız”. Zaman zaman kalabalıktan “buna da şükür” ya da “Allah razı olsun” nidaları yükseliyor. Bu sefaletin -üstelik bir kış sabahında- “sevinçli bir telaş içinde” olmasının nedeni hemencecik anlaşılıyor: hemen hepsi devletlerinin –ya da reislerinin- ya da belediyelerin sosyal yardım adı altında verilen birkaç yüz lirayı almak için beklemekte. Birkaç kuruşluk doğal gaz ya da elektrik fatura desteği de o tiksinti verici kelime ile “bonus” olmalı. Bekleyişin bir iki lira daha ucuz ekmekten daha kârlı sonuçlara yol açacağı malum; yine de çarpsan toplasan yirmi avroyu geçmez sadaka; “buna da şükür” ya da “kısa günün kârı”. Teşne şükür toplumunda bunun adı sadaka, fitre, zekât, vesaire; sonucu ise yegâne siyasi katılım aracı olan seçimlerde oylar reislere… Yüzyıllardır uyutuldukları öcü masalı, “her zamankinden çok birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz bu günlerde” diye başlayan “vatanın, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü” diye devam edip nüfusun yüzde doksanına açlığa, sefalete, yoksulluğa ve yoksunluğa katlanmasını emreden. (Ve kayıtsız şartsız bu emre biat edilen.) Bir sevinç dalgası daha yayılıyor ki kuyruktan kayda düşülmesi, unutulmaması gereken; tüm “emekliler”, işçisi köylüsü, memuru yüzüncü yıl harçlıklarını alacaklarmış; borsa simsarlarının o iğrenç jargonları ile devam edersek “sefaletin piyasası şenlenmiş durumda”. “Bundan iyisi can sağlığı” diyor birisi, çoğunluk katılıyor buna çok azı sessiz. Asıl sorun şu ki sağlıklı olduklarını zannediyorlar.

iki aforizma

Julius Firmicus Maternus “Gizemleri dinle bağdaşmayan birtakım saçmalıklar üstünlük kazanmış… bunlar insanın ölümünden sonra, kutsal olmamasına karşın kutsallığın tanıkları durumuna getirilmiştir” derken ondan bin beş yüz yıl sonra Bakunin Voltaire’nin “Tanrı var olmasaydı bile onu icat etmek gerekirdi” sözünü yanıtlarken son noktayı koyuyor: “Eğer Tanrı gerçekten varsa bile onu yok etmek gerekir.”

Bu bölüm yazılmayabilirdi ya da bir başka gerekçeye bir başka zamanda eklenebilirdi; şimdi olmasının nedeni masaya oturmadan tv’de seyrettiğim “Arjantin halkı öfkeli” başlıkla verilen görüntülü haberlerdi. Sanki Jarvier Milei’yi ben seçtim! Üstelik adam iktidara gelince ne yapacağını da açık seçik söylemişti. Çapsız bir faşist had safhada niteliksiz –çoğu gibi- vasat altı –çoğu gibi- aşırı sağcı, ne var ki türleri arasında az rastlanacak tarzda açık sözlü; söylemedikleri tabii ki var!

(Che Arjantinliydi değil mi?)

Tercih kelimesi sözlüklerde “yeğleme” diye tanımlanır: birine ya da diğerlerine karşı bu…

Tercih eden özgün durumu için taraf olmuştur; tercih gidilen/tutturulan yoldur, süreç içinde taraf olmaktır ve bu süreç tercih bağlamında sonsuza dek sürecek bir biçimde tercihte bulunan yaşamını niteleyecek etkileyecektir. Sadece onun mu, tabii ki hayır; tercihi ondan/oradan olmayanı da etkiler; o bu tercihe katılmasa bile niteliksiz niceliğin kendi yaşamını doğrudan etkileyen tercihlerinin sonuçlarına boyun eğmeyi, dolaylı biat etmeyi zorunlu sayıyorsa… O da en az tercihi yapan kadar bundan sorumlu değil midir? Çoğunluğun, yedekli çoğunluğun tercihine karşı mücadelede geri, eksik, zayıf ve inisiyatifsiz duranların sorumluluğu yok mu? En uçta dahi olsa görünmez dahi, “diğer” yolu yaratamayanlar…

Aralarında anlam nitelik ya da nicelik nüansları olsa da tercih üzerine farklı bağlamda birkaç söz, halk ağzından: iki ucu boklu değnek, aşağı tükürsek sakal yukarı tükürsen bıyık, bokla tezek arasında, veba ile kolera arasında…

Tercih eden yaptığı tercihin kendisi için olumlu olduğunu düşünür ya da tercihinin sonuçlarının daha iyi olacağına inanır, inancı budur. Ve görünen o ki bu “yanılsamayı” sorgulamaksızın ömür boyu taşır. Patolojik bir bağımlılık hali…

Kişiler, topluluklar, toplum ve halklar yaptıkları tercihlerin sonuçlarına da katlanmak zorundalar. Tarihin yazdığı katlandıkları şeklinde; “ben yapmadım o yaptı” diyebilme, yalan söyleme hakları yok; olası her yolla anımsatılmalı ve hesap sorulmalıdır aynı zamanda. Anımsatma hesap sorma sürecinin ilk adımı olabilir mesela… Aynı hesabı vermekten onların tercihlerine katılmasalar bile biat edenlerde, kabullenip boyun eğenlerde, yeterince mücadele etmeyenlerde kaçamamalıdır. Geride kalana küçük çok küçük azınlık........

© Nokta Haber Yorum


Get it on Google Play