Suriye’deki Rejim Değişikliği ve Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a Dair Çağrısı Çerçevesinde...
Uluslararası dış politikayı ulusal iç politikadan ayırmak artık kabile toplumlarında bile mümkün değil. Ulusal ve uluslararası politika, özellikle Orta Doğu’da süregelen çıkar dengelerinin gerçekçi bir değerlendirmesi olmadan mümkün değildir. Kuruluşundan bu yana Türkiye’nin uluslararası politikasına genel olarak doğu-batı ikilimi ve pratikte ise ABD ve Rusya arasındaki gerilim yön vermiştir; Türkiye 1950’lerde Rusya’ya yakınlığını terk edip NATO üyeliğiyle ABD ve Avrupa’nın yanında yer almıştır. Mevcut hükümet, iktidarının ilk dönemlerinde ABD tarafından dikte edilmeyen bir politika izleyerek bu süregelen rotadan sapmak istedi. Ama Bertolt Brecht’in deyimiyle koşullar öyle değil. ABD ve ortaklarına yönelik bu temkinli politika, Gülen cemaatinin darbe girişimiyle birlikte dibe vurdu. O zamandan beri hükümet politikalarıyla iç ve dış düşmanlara karşı öncelikle hayatta kalma mücadelesi verdiğini iddia ediyor. Ana muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin iddialarına göre, hükümetin iç ve dış düşmanlar söylemi hükümeti aktif olarak desteklemeyen herkesi kapsıyor. Bu retorik ile geleneksel dost-düşman politikası arasındaki karakteristik fark, sadece sosyal, siyasi değil ama aynı zamanda anayasal ve ekonomik bileşenlere de sahip olan kurumsallaşmasıdır. Muhalefet, hükümeti medya ve ekonomiyi en fazla beş şirket aracılığıyla kontrol etmekle suçluyor. Bu merkezîleşme ve güç yoğunlaşması parlamenter rejimden başkanlık sistemine geçişle birlikte devlet-hükümet ayrışması, güçler ayrılığı ilkesinin sonunu getirdiği iddia ediliyor. Yine Cumhuriyet Halk Partisi’ne göre bu dönemde siyaset, başkana biat etmeye dönüştü. Artık her türlü eylem statükoyu güçlendirip güçlendirmediği kriterine göre değerlendirilebiliyordu.
Bu siyasi sıkışmışlığın, ekonomik zorlukların ve hukuki yetmezliklerin daha bir net görünmeye başlandığı bu ortamda Türkiye’nin gündemini dış politikada Suriye’deki iktidar değişimi ve iç politikada ise Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a dair yaptığı çağrı belirliyor. Bu iki konu arasında bir ilişki var mı? Ben aşağıda bu soruyu Jürgen Habermas’ın “demokrasinin üç temel modeli” çalışmasını tartışarak cevap vermek itiyorum. Ancak buna gelmeden öncelikle Suriye’deki rejim değişikliğinin ve sonra genel olarak siyasetin anlamı üzerine kimi temel tespitlerde bulunmak istiyorum.
Suriye’deki iktidar değişiminin dış ve iç siyasetin temel yapısını yeniden inşa eden bir tarafı var. Başkan Recep Tayyip Erdoğan hükümeti, Suriye’deki yeni yöneticilerin kendilerini İslamcı teröristlerden bir ulusun özgürlük savaşçılarına ve ardından uluslararası devletler hukukunun birer aktörlerine dönüştürmelerinde belirleyici bir rol almıştır. Hükümet bu süreçte kamuoyunu Esad rejiminin kendi sınırlarını kontrol edemeyen bir Alevi diktatörlüğü olduğu ve bunun da Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarını tehlikeye attığı argümanıyla ikna etmeye çalıştı. Aynı argümana göre Esad rejimi ile siyasal uzlaşma, Türkiye’nin bölgesel liderlik politikasının sona ermesi ve dolayısıyla İran’ın öngörülemeyen gelişmelerin sıklıkla karşılaşıldığı bir bölgede liderlik iddiasının pekişmesi anlamına gelmektedir. Buna karşın Türkiye, Suriye’deki rejim değişikliğiyle daha öncesinden Afganistan, Libya, Azerbaycan, Irak ve Suriye’deki deneyim ve kazanımlarını yeniden teyit ederek bölgesel liderlik iddiasında bulunabilir. Bunun için ise hem İran’ın etrafındaki Şii eksenli grupların ve hem de kimi diğer etnik ve/veya dini-etik idealler etrafında örgütlenen toplulukların, düzenli, devlet geleneğinin gereklerine uygun kanallara yönlendirme kabiliyetine sahip olduğunu göstermesi gerekir. Bu ise Türkiye’nin Avrupa Birliği, ABD ve Rusya ile olan ilişkilerine yansıyacaktır.
Buradaki sorulardan biri Rusya’nın Suriye’deki bu rejim değişikliğinden ne elde ettiğidir? Rusya gerçekten Ukrayna ile çok meşgul olduğu için mi Suriye’ye yatırım yapmaktan kaçınmak zorunda kaldı? Rusya’nın bu süreçle Suriye’deki rolünün ne olacağını şimdiden kestirmek için henüz çok erken gibi görünüyor. Ancak, Rusya örneğindeki güç kayması mantığı doğruysa, aynı analojiyi izleyerek Türkiye’nin dış politikada Azerbaycan’ın Ermenistan ile olan çatışmasında, Kıbrıs sorununda ve Avrupa Birliğiyle olan ilişkilerinde yeni bir rota belirleyeceğini bekleyebiliriz. Büyük olasılıkla Türkiye kendisini her durumda Rusya ile çatışmacı bir ortamda bulacaktır. Buna karşın, Türkiye NATO ortağı olarak başvurduğu S-16 savaş uçakları da dahil olmak üzere ABD’den yeni silah alması ise daha bir netlik kazanacaktır. Bu yine Türkiye’nin İsrail ile olan siyasetine de açıktan yansıyacaktır. Türkiye bu siyasetiyle günün sonunda Avrupa Birliği ve ABD’ye Orta Doğu’da bilinen güvenilir ortak rolünü yeniden belirginleştirip demokratikleşmeye yeni bir adım atabileceğinin sözünü veriyor.
Hükümet tabii ki bu kısır döngünün dışında da siyaset geliştirme kabiliyetine sahip. Gündemi dış politikada Suriye’deki rejim değişikliği alırken iç politikanın en önemli konularının başında demokratikleşme yer alıyor. Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a dair açıklamasını tam da bu siyasi atmosferde değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Bu söylemimi desteklemek için kimi temel prensiplerin hatırlanması gerekir. Buna ise şu soruyla başlamak istiyorum: Siyaset, kurumları ortak iyiye yönelimli bireylerin ve dayanışma fikri üzerine kurulu bir topluluğun, hangi evrensel olma ihtimali yüksek prensiplerden türetilmiş yasalar yoluyla bu hayal edilmiş aşkın bağın iletişiminin ortak bir örgütte somutlaştırılıp yeniden oluşturulma koşulları hakkında müzakere ortamının sağlanması gerektiğinin bir tezahürü olarak düşünüldüğünde, soru bizlerin acaba bugünlerde bir asır önce kurulan cumhuriyetin en önemli anlarından birine tanıklık edip etmediğimizdir. Toplumda bir yandan ekonomik sıkıntıların dozajının arttığı ve bireylerin adalet arayışlarının ümitsizlikle sonuçlandığı bir ortamın havasını soluyoruz, diğer yandan bütün ihtimallerin bertaraf olduğu düşünüldüğü bu toplumsal ortamda devlet merkezli bir yeniden soruları dillendirme sürecine girildiğini birlikte izliyoruz. MHP genel başkanı Devlet Bahçeli’nin “Abdullah Öcalan gelsin Türkiye Büyük Millet Meclisinde konuşsun” açıklaması ülkenin gündemini belirliyor. Bu açıklamaların zamanı, arka planda kaldığını düşündüğümüz nedenleri, aktörlerin amaçları, değerleri, benimsedikleri araçlar ve de uluslararası izdüşümlerini ancak tahmin edebiliriz. Sürecin ansızın, hiç beklenmedik bir aktör tarafından ve emrivaki şekilde başlatılmış olması, ilgili vatandaşta haklı olarak acaba amacın toplumsal barışı değil de bir sonraki seçimleri kazanmak mı olduğu sorusunu sorduruyor. Bu bir derin devlet projesi mi, yoksa cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırma hamlesi mi? Bence/bizce bu soruların kendisi siyasal kamusal alanın tekrardan canlanmasını sağlayabilir.
Bu tür sorular ve dönemler biz fani vatandaşlara tekrardan siyasetin en karmaşık, en zor ve en iyi eylem olduğunu hatırlatma potansiyeli taşıması açısından önemli. Siyaset karmaşıktır, çünkü o hem bireysel çıkarların ve kültürel geleneklerin, etik anlayışların taşıyıcısı olmalı ve hem de kimi evrensel ahlaki değerlerle örtüşmeli. Siyasetin karmaşıklığının diğer bir nedeni, onun çoğulculuk fikri etrafında örgütlenmiş toplumlarda değişik çıkarları, farklı fikirleri ve çoğu zaman birbirini dışlayan değerleri temsil etmesinin yansıra bir de rasyonelleşen, birbirinden ayrışan ve böylece çoğu zaman yaşam dünyasından kopan alt-sistemlerin (ekonomi, eğitim, adalet, medya) bütünlüğünü koruması gerektiğiyle ilgili. Siyaset bu bütünlüğü vatandaşlara yüksek erdemlerini hatırlatarak değil, onların çıkarlarını koruyarak yapmak ister. Bu siyaset anlayışı kendisini sadece toplumun geleneksel değerlerinin koruyucu ve geliştirici organı olarak değil, ama aynı zamanda rasyonel gerçekliğin, bilimin, teknolojinin, evrensel hukuk prensiplerinin ve uluslararası güç dengelerinin tezahürünün mekaniği olarak da görür. Bu yeni tip birliktelik anlayışı siyasi eylemin zorluğuna işaret eder. Zorluk bu çerçevede bütün çelişkili, girift dengelerin düşünülüp aşılması, çoğu zaman imkânsız gibi görünen çıkar ve görüş farklılıklarına rağmen tarafların rızasıyla ortak iyiye ulaşmakta. Karar alma sürecinde hem vatandaşların gelenek, görenek ve yaşam dünyasına ait kültürel, dilsel motiflerini korumak hem de aklın, bilimin, çağın gereklerini yerine getirmek ve de insani merkeze alan, insan onurunu yücelten ilkelerden taviz vermemek bir diğer zorluk. Son olarak siyaset iyidir, çünkü vatandaşlar olarak bizler onun aracılığıyla hem birey ve hem de toplumun bir üyesi olarak birbirimizle dayanışabiliriz. Siyaset herkesi ilgilendiren konularda ortak amacı bulma, onu tekrardan hatırlatma imkânı tanır. Bu sayede toplum birbirini anlamaya çalışan, birlikteliğin rasyonel iletişim biçimlerini arayan bireylerin bir bütünlüğüne dönüşür. Bu ise artık sadece gücün, paranın, şöhretin, medyanın veya doğuştan gelen kimi atfetmelerin (din, ulus, cinsiyet gibi) değil ama bireylerin edinimleriyle, beceri, bilgi ve birikimleriyle de toplumun (yeniden) kurgulanabileceği olasılığını artırır. Siyaset bu üç bağlamda düşünüldüğünde hem siyasetin bizzat kendisinin ve hem de toplumun bütünlüğünü iyileştirmek için hangi araçları, değerleri ve amaçları kollaması gerektiği bağlamında sürdürülen söylemlere de daha net katkılar sunulabilir.
Bu belirlemelerin ampirik bir karşılığı olmayabilir. Tersine, bizler sosyal bilimciler olarak niyetlerle sonuçların aynı olmadığını da biliyoruz. Bu ise........
© Nokta Haber Yorum
