menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Demircili Beldesi’nde dağların doruklarında bir Kütüphane

12 0
17.12.2025

“Kop Dağında Bir Dükkân”

Dağların doruklarında, üç dağın eteğine kurulu olan köyümüzde kışlar çok sert geçerdi. Hatırlıyorum boyuma kadar kar yağar, dedem toprak sıvalı evimizdeki ocak hiç sönmesin diye harman yerine karları yararak, boyum kadar yükseklikte yol açardı.

Süt tozu, leblebi, kuru üzüm dağıtıyorlarmış okulda. Bunları duyunca mı erkenden okula başlamak istemiştim. Önce erkek önlüğü giymiştim, zaten küçücüktüm ve önlük dizlerime kadar geliyordu, belime kuşağı da sıkıca sarınca kara önlük yakışmıştı işte. Sonra Almanya’dan gelen akrabamızın siyah desenli bir elbise vermesiyle değişmişti önlüğüm. İki yıl gittim Demircili Köyü’ndeki köy okulumuza. Üç sınıf bir arada okuyorduk. Hayal meyal hatırlasam da o günleri, muhayyilemde derin izler bırakmış. Bayramda giydiğim kırmızı naylon pantolon, boncuklu kolye, ocak başımızda dedemle ebemin sımsıcak dualarla bizleri sarıp kuşatması, anacığımın beyaz yaşmağı, nemli gözleri, sonra yetimliğim. Aydınlık. beyaz göz kamaştıran ışıkları görünce yetimliğim gelir aklıma. Babamın ölüm haberi gelmişti de Reşadiye’ye gitmiştik gece karanlığında. O karanlık geceden sonra konuk olduğumuz evin parlak bembeyaz ışıklarını hiç unutmadım. O zamanlar köyde elektrik yok idare lambası, gaz lambası yakıyoruz. Parlak ışıklar kalmış aklımda sonra, yüreğimin belirsiz hüzünlerle sorgulamalarla, acıyla ürpermesi, anamın dinmeyen gözyaşları ...

Köyümüzün girişindeki geniş gövdeli armut ağacının dibindeyim. Yaz sıcaklarıyla yapış yapış olmuş saçlarımı yayladan gelen esinti savuruyor. Köyün en büyük toprak yoluna doğru koşan mahşeri bir kalabalığın ortasında buluyorum kendimi. Çıplak ayaklarım ürperiyor toz bulutuyla. Gözlerim nemleniyor. Duman bulutu gibi havaya kalkan toprak yolun tozu birden yaşaran gözlerime doluyor. Yıpranmış kol yenimle gözlerimi kapatıyorum, mahşeri kalabalık köyün girişine doğru koşuyor. Konvoy halinde arabalar arka arkaya köye girerken siren ve korno sesleri...En öndeki arabada kırmızı bayrağa sarılı bir tabut sarı toz bulutunun içinden akıp geliyor yolun kalabalığına doğru. Kırmızı bayrak esen rüzgârla kanatlanmış uçuyor sanki. Bu uçuşa doğru bakarken kızaran gözlerimle koşan insanlara, feryat eden ağlayan kalabalığa doğru gitmek istiyorum ama gidemiyorum. Bayrak, arka arkaya gelen siren çığlıkları, araba kornoları, insan ağlamaları hepsi toz bulutunun içinde kalıyor. Ben geniş gövdeli armut ağacının dibindeyim hala. Ellerim, çıplak ayaklarım üşüyor sanki. Yanıma neden birisi gelmiyor, neden bu kadar yalnızın bilmiyorum. Yetimliğimin ilk anlarını böyle yaşadım. Babamın tabutu yeldir yeldir uçan al bayrağa sarılı köye doğru girerken ben ağlayamayacak, yetimliğimi anlayamayacak bir yaşta idim.

Küçük bir kasabaya taşınmamız sonra... Köyümü, kedimizi, ineklerimizi, koyunlarımızı, Uzun Kız adını verdiğimiz düvemizi bırakıp gurbete gitmemiz. Sormuştum anneme “Anne biz sütü, yoğurdu nereden alacağız” diye. Çocukluğun masum zamanlarında, küçük buzağılarımızdan ayrılmam, köyümden kopmam derin bir travma gibiydi aslında çocuk yüreğime çöreklenmiş. Kim bilir belki de o nedenle Heidi’yi komşumuzun siyah beyaz televizyonundan izlemeye giderdim. Heidi de bir köy çocuğu idi, onun özlemlerinde kendimi bulurdum.

Babaeski çok büyük bir kasaba değildi ama şirin, sevimli bir yerleşim merkeziydi. Tam postanenin karşısında bir katlı bir çocuk kütüphanesi vardı. Oraya giderdim, nasıl giderdim tam hatırlamıyorum. Dokuz yaşlarındayım o tek katlı kütüphanenin müdavimi olmuştum. Belki de okumaya........

© Milat