Sahnede ölmek
Ölüm doğumdan daha gerçek. Ama biz yine de o hiç yokmuş gibi davranıyoruz. Doğrusu, hayat bizi varlığına alıştırarak ölümü unutmamızı talep ediyor, kendine yakınlaştırarak ölümü uzaklaştırıyor. Aramızda, ölüme en uzak durduğunu sananlar hayata en çok bağlı olanlardır. Boyu hayattan küçük olanların ölümü görmesi elbette mümkün değil. Ölümü görmeyenler ölümün faturasını da göremez. Böyleleri için ölüm göz ile havanın kurduğu ilişkiye benziyor. Hava orada, gözün hemen yanında, onun gözeneklerinden her an içeri giriyor ama göz onu görmek yerine ilerideki çimenlere, bulutlara, ağaçlara, kayalara bakıyor. Bu ikisi arasında durarak, bu ikisini birbirine bağlayan aracıyı ıskalıyor. Göz, görüntüye ne kadar aşıksa, hava aradan o kadar çekiliyor, göz görüntünün ne kadar içindeyse ölüm onun o kadar dışında kalıyor. Yaşamın güzellikleri kanımıza karıştıkça ölüm uzaklaşıyor, bir noktadan sonra artık görünmez oluyor. Bu noktadan itibaren ölüm, olsa olsa başkalarının ölümüne şehadet üzerinden aynel yakin olarak değil ilmel yakin olarak dolaşıyor ortalıkta.
Her gün, her şehirde, her beldede insanlar ölüyor. Çam ağacının sararan yapraklarını usulca yere indirmesi gibi insanlık ağacı da sararan yapraklarını toprağın altına salıp yeşil görüntüsünü muhafaza ediyor. Ama elbette arada bir nasıl kasırgalar ağacın gövdesini sallar, dallarını gövdesinden hunharca ayırırsa dünyadaki savaşlar da henüz filizlenmiş yaprakları insanlık ağacından koparıp alıyor. Hatta bazen fırtınaya bile gerek yok. İnsanlıktan nasibini almamış birileri insanlık ağacına dadanıp elinde ne var ne yok gövdeye saldırıyor, onun bütün güzelliğini göz göre göre tarumar ediyor. Diğer bazıları da sıranın nasılsa kendine gelmeyeceğini düşünürek bulunduğu yeri muhafaza etmeye çalışıyor.
Eğer........
© Milat
visit website