Hayatın tadı ile anlamı arasında doğrudan bir ilişki var. Dünyanın tadı kaçınca hayatın anlamı da bulanıklaşıyor. Kendini kötü hisseden, ağrıyla debelenen fizyoloji nasıl beş duyuya kısa devre yaptırıyor, ne bakış ne duyuş ne hissediş bir şeye benzemiyorsa ruhun neşesi gidince de ufuk daralıyor, idealizm kayboluyor, insan bireysel beklentilerinin bile gerisine düşüyor. Yazık ki dünyanın tadını kaçıranlar aynı zamanda onun anlamını da tahrip etmiş oluyorlar. Ve belki de bunu bilinçli yapıyorlar. Son aşamada dünyayı sevk ve idare etmenin iki yolu var: Kalabalıkları ya mahrum bırakarak veya uyuşturarak bulunduğu yere çivilemek. Öyle görünüyor ki biri Doğu’da, diğeri Batı’da bu ikisi de kullanılıyor ve Batı insanı istediği her şeye ulaştığı, bedensel zevklerin esiri olduğu için hayatın anlamından uzak tutulurken Doğu insanı yokluğun pençesinde kıvrandığı için hayatın anlamını görmekten aciz kalıyor. Böylece dünyayı idare edenler, her iki tarafta da bulundukları yerden eserlerine hoşnutlukla bakarak “bu iyi, böylesi hakikaten iyi” diyerek küstahça tebessüm ediyor, insanı ve insanlık değerlerini sömürmeye kaldıkları yerden devam ediyorlar.

Açlıktan, yoksulluktan, adaletsizlikten, eşitsizlikten, haksızlıktan dolayı dünyanın başı ağrıyor. Başı ağrıyan dünyanın nereye çarpacağı, kime toslayacağı belli olmaz. Gerçek şu ki bulunduğu yeri sağlam olmayan, karnı aç, nereye gideceklerinden emin olmayan insanların kaza yapma riski daha fazla. Azgın dalgaların insafına bırakılmış insanlar için hayatın tadının kaçması aynı zamanda anlam yolculuğunun ya mecalsiz birkaç kulaçtan sonra tükenmesi veya hiç başlamaması demek. Gözün doğuştan kör olması ile görüş alanının kapanması arasında çok az fark var. Körlük ile karanlık her yerde birbirinin yanında duruyor. Hayatın tadını kaçıran şey, eğer görüntü şenliğinden mahrum olması ise körlük de körleştirilmişlik de aynı kapıya çıkıyor. Hatta belki körleştirilmiş olmak körlüğün kendisinden kat kat daha acı verici. Uçmayı bilmeyenin mahrumiyeti sınırlıdır; uçma keyfini tatmış ama kanatları koparılmış olanınki ise sonlandığı yerde yeniden başlayan, tekrar eden acılarla doludur. Dünyanın her tarafında yönetenler, yönetilenlerin kanatlarını koparıyor, sonra da heves etmesinler diye göğünü perdeliyor, hatta karartıyor. Önce hayatın tadını çekip alıyor, sonra da anlamının üstüne perde çekiyorlar.

Bir zamanlar, “politik keder” diye bir tabir kullanmıştım. Bunu, Doğu ve Ortadoğu rejimlerinin vatandaşları üzerinde uyguladıkları baskı ile ilişkilendirmiş ve diktatörlerin halklarını bilinçli olarak açlığa, susuzluğa, yoksulluğa mahkum ettiğini, onlardaki enerjiyi soğurmanın bir yolu olarak tazyik uyguladığını söylemiştim. Fizyolojik yetersizlik ruhsal açlığa dönüşür. Maddi yoksulluk ahlaki zaaf peyda eder. Düşünülenin tam aksine yoksul ülkeler aynı zamanda en çok vukuatı olan, en çok hapishaneye sahip, en çok ve en hızlı ölümlerin gerçekleştiği ülkelerdir. Zengin ülke yöneticilerinin uyguladığı yöntemler daha farklıdır. Batılı rejimler halklarını bollukla boğar. Görünür baskı yerine dizginlenemez ve sonsuzca çoğaltılabilir talepler üzerinden zevk alanları açarak onların kendilerinden başlayan, insana ve insanlığa uzanma potansiyeli bulunan iyilik eyleyişlerini seyreltir, dağıtır ve yok ederler. Böylece Doğu halkları açlıktan önünü göremezken Batı halkları da tokluktan bulunduğu yere çakılır. Doğu halkları “sabır”la yetinirken Batı halkları “zevkle” iktifa ederler.

Bu yaman çelişkide dengeler ilk defa sarsılmış gibi görünüyor. Aslında İsrail’in Filistin halkına yönelik barbarca saldırısı dünyanın başını ağrıtarak keyfini kaçırmayı, sonra da hayatın anlamını askıya almayı amaçlıyordu. Doğu ulusları zaten açlıktan ses çıkaramayacak durumdaydı. Batı insanı da kendi sefahatinin içinde boğuluyordu. Sessiz bir soykırım kimsenin umurunda olmazdı. Ama bir yerde, bir noktada işler ters gitti. Kimi açlıktan, kimi liderlerinin önlerine attığı üç beş kırıntıyla iktifa etmekten, Doğu milletleri ya sesini hiç çıkarmadı veya vicdanını rahatlatmak için birkaç slogan atıp evine döndü. Fakat Batı halkları ayaklandı, sokaklara döküldü ve bu soykırımın er ya da geç bir faturası olacağını en yüksek perdeden haykırdı. Batı kentlerinde sokaklar eylemcilerin öfkeleriyle sarsıldı. Karnı tok olanlar, zevkin içinde boğulanlar can havliyle bulunduğu yerden sıçradı ve bu gidişe “hayır!” dedi, “dünyanın tadını kaçırmanıza izin vermeyeceğiz.” Dünyanın tadını kaçıranları görmek, affetmemek ve eninde sonunda yargılamak hayatın anlamını bulmanın da başlangıç noktasıdır. Hakikat arayışında önce “hayır” reddedişi, sonra “evet” onayışı gelir. “Hayır” demeyi bilmeyenlerin “evet”lerinden ne hayır gelir? Doğu’nun ışığı Batı’ya yönelmiş gibi görünüyor. Doğu ışığını zaten çoktan yitirmişti. Doğu’da hayatın tadı zaten kaçmıştı. Doğu zaten bir umut olmaktan çıkmıştı. Zalim idarecileri başlarına musallat ederek, muhalefet yapmayı unutarak, empati kurmayı bırakarak ve biri diğerinin hasmı olarak kendi derdinden başkasının derdini görmeye zaten mecali kalmamıştı. Şimdiyse ışık Batı’dan yükseliyor. Batı halklarının dünyanın tadını kaçıranlarla en üst perdeden hesaplaşma içgüdüsü, çabası ve zulme meydan okuma iradesi bir başlangıçtır. Önce dünyanın tadı iade edilecek sonra da hayatın anlamı keşfedilecek. Önce gözün önündeki bariyerler kaldırılacak sonra gökyüzü eski rengine boyanacak. Önce Yahudi soykırımı sonlandırılacak sonra idealize edilmiş “Filistinli” karakteri model alınacak. Tarih bir kez daha tekerrür ediyor: Hayatın tadı kaçtığı yerde, anlamı kaybolduğu yerde bulunuyor. Filistinlilerin şahsında Batı’nın Doğu’ya yönelik önyargıları paramparça oluyor. Umalım Doğu halklarının kendi yöneticilerine ve kendilerine yönelik önyargıları da yerini gerçeğe, gerçeğin kendisine bırakır da bir an önce içinde bulundukları çamur deryasının farkına varırlar.

QOSHE - ​Hayatın tadını kaçırmak - Prof. Dr. İsmet Emre
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

​Hayatın tadını kaçırmak

28 2
27.12.2023

Hayatın tadı ile anlamı arasında doğrudan bir ilişki var. Dünyanın tadı kaçınca hayatın anlamı da bulanıklaşıyor. Kendini kötü hisseden, ağrıyla debelenen fizyoloji nasıl beş duyuya kısa devre yaptırıyor, ne bakış ne duyuş ne hissediş bir şeye benzemiyorsa ruhun neşesi gidince de ufuk daralıyor, idealizm kayboluyor, insan bireysel beklentilerinin bile gerisine düşüyor. Yazık ki dünyanın tadını kaçıranlar aynı zamanda onun anlamını da tahrip etmiş oluyorlar. Ve belki de bunu bilinçli yapıyorlar. Son aşamada dünyayı sevk ve idare etmenin iki yolu var: Kalabalıkları ya mahrum bırakarak veya uyuşturarak bulunduğu yere çivilemek. Öyle görünüyor ki biri Doğu’da, diğeri Batı’da bu ikisi de kullanılıyor ve Batı insanı istediği her şeye ulaştığı, bedensel zevklerin esiri olduğu için hayatın anlamından uzak tutulurken Doğu insanı yokluğun pençesinde kıvrandığı için hayatın anlamını görmekten aciz kalıyor. Böylece dünyayı idare edenler, her iki tarafta da bulundukları yerden eserlerine hoşnutlukla bakarak “bu iyi, böylesi hakikaten iyi” diyerek küstahça tebessüm ediyor, insanı ve insanlık değerlerini sömürmeye kaldıkları yerden devam ediyorlar.

Açlıktan, yoksulluktan, adaletsizlikten, eşitsizlikten, haksızlıktan dolayı dünyanın başı ağrıyor. Başı ağrıyan dünyanın nereye çarpacağı, kime toslayacağı belli olmaz. Gerçek şu ki bulunduğu yeri sağlam olmayan, karnı aç, nereye gideceklerinden emin olmayan insanların kaza yapma riski daha fazla. Azgın dalgaların insafına bırakılmış insanlar için hayatın tadının kaçması aynı zamanda anlam yolculuğunun ya mecalsiz birkaç kulaçtan sonra tükenmesi veya hiç başlamaması demek. Gözün doğuştan kör olması ile görüş alanının kapanması arasında çok az fark var. Körlük ile karanlık her yerde birbirinin yanında duruyor. Hayatın tadını kaçıran şey, eğer görüntü şenliğinden mahrum olması ise körlük de körleştirilmişlik de aynı kapıya çıkıyor. Hatta belki körleştirilmiş olmak körlüğün kendisinden kat kat daha........

© Milat


Get it on Google Play