menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Kırım’da Alman işgali ve Kırım Tatar Sürgünü

9 15
11.06.2024

Kırım, Kafkaslara açılan bir kapı; Doğu Avrupa’nın sağlam bir kalesi; doğu-batı arasındaki ticaretin kavşak noktası; Karadeniz’e sahip olmanın en önemli dayanağıdır. Dolayısıyla bölge üzerindeki emellerini tatbik etmek isteyen Almanya, karşısında Rusya’yı bulmuş ve her seferinde iki devletin güç çatışmasından Kırım Türkleri zarar görmüşlerdir. Zira 1783 tarihinde Kırım’ı işgal eden ve o tarihten itibaren Kırım’dan vazgeçmeyen Rusya’nın da, jeopolitik açıdan kendisi için son derece önemli olan bu bölgeden vazgeçmesi asla düşünülemez.[1]

Kırım coğrafyası üzerinde hayaller kuran Almanya’nın ise tarihi süreçteki uygulamaları, onların emperyalist politikalarını ortaya koymakla beraber, Kırım Türklerine de büyük zarar vermiştir. Alman emperyalist politikalarının hizmetinde “Got”çuluk yaparak, bu toprakların asıl sahiplerinin Almanlar olduğu yolundaki uyduruk savlara destek verenler de bulunmaktadır.[2]

Almanların emperyalist politikaları, 1918 yılında ve II. Dünya Savaşı esnasında (1941-1944) Kırım’ı işgal etmelerinden anlaşılmaktadır.[3]

Gotlar, Güney İskandinavya'nın Gotland bölgesinde ortaya çıkmış bir kavimdir. II. yüzyıldan itibaren Scythia, Dacia ve Pannonia'da yaşamışlar, III. ve IV. yüzyıllarda Doğu Roma İmparatorluğu’nun topraklarını yağmalamışlar ve Aryanizmi benimsemişlerdir. İki Got kralından biri Roma İmparatoru’nun tahtına oturmuş, diğeri ise İspanya ve Galya’nın önemli bir bölümünü denetimi altında tutmuştur. 15. yüzyılda son Gotların ikamet ettiği Kırım’ın 1475’te Osmanlılar tarafından fethi ile bu büyük ulusun siyasi varlığı sona ermiştir. Artık Got adı sonsuza kadar Avrupa siyasi tarihinden silinmiştir. Ancak Avrupalıların hafızasında ve folklorlarında izleri halen devam etmektedir.[4]

Nitekim, Gotlar yüzyıllar boyunca Avrupa medeniyetini etkilemişler; Got kralları düzenli olarak Ortaçağ Kahramanlık şiirlerinde boy göstermişlerdir. Niebelunglied’de boy gösteren Bernli Dietrich esasında Büyük Theodorik’in ta kendisidir.[5]

Got mirası pek çok toplum tarafından paylaşılamamaktadır. Örneğin bugün İsveç Hanedanlığının Kraliyet Arması üzerinde resmedilen 3 kraldan ikincisi, onun Got Tacı üzerindeki hak iddiasını göstermektedir.[6]

Bu Regnum Gothorum’u temsil etmektedir. Elbette bu, tarihte yaşanmış olan bir tartışmayı akla getirmektedir; bu da Gotların mirasçılarının İsveçliler mi yoksa Avusturyalılar mı olduğu tartışmasıdır.[7]

Tarihin belli dönemlerinde bu tartışma alevlenip sönmektedir. 1431 yılında gerçekleştirilen Basel Konsili’nde bu durum iyice açığa çıkmıştır. Basel Konsilinde İsveçliler ve Avusturya Habsburgları kimin Gotların gerçek mirasçısı olduğu yönünde tartışmalarda bulunmuşlardır. Bundan bir yüzyıl sonra ise yine Habsburgluların resmi tarihçisi olarak bilinen Wolfgang Lazius Gotların Karadeniz’den İspanyaya kadar olan göç bölgesi için “Artık bu topraklarda var olan ülkeler hiç olmadığı kadar Habsburgluların çatısı altında birleşik durumdadır” demiştir. Uppsala Üniversitesi Profesörü Olaus Rudbeck (1630-1702) ise çok daha ilginç bir görüş ortaya atmıştır. Ona göre Plato’nun Atlantis’i Gotların İsveç’idir.[8]

Gotların mirası yalnızca bu da değildir. Got Krallıklarının bir zamanlar, bugünkü Polonya, Ukrayna ve Rusya’nın bir bölümünde hüküm sürmüş olmaları Nazilerin bu bölgeye olan arzularını da körüklemiştir. Öyle ki II. Dünya Savaşı’nın başlarında Polonya’nın Naziler tarafından işgalinin ardından Gdingen Lima’nın adı “Gotshafen” yani Gotların Limanı olarak değiştirilmiştir.[9]

Ayrıca, Nazilerin Rusya’nın iç bölgelerine doğru ilerlemeleri neticesinde Sivastopol Limanı’nın adı da “Theodrik’s Hafen” olarak değiştirilmiştir.[10]

Hunlar 374’te Volga kıyılarında görülmeye başladıklarında, Karadeniz’in kuzeyindeki düzlüklerde Germen kavimlerinden olan Gotlar yaşıyordu. Hunlar’ın başında bulunan Balamir’in Doğu Gotlarını yenilgiye uğratması sırasında, Don-Dinyeper nehirleri arasında Doğu Gotları (Greuthungi-Ostrogotlar), nehrin batısında ise Batı Gotları (Tervingi-Vizigotlar) bulunuyordu. (…) Hunların lideri Balamir, orduyu Ostrogotlar’ın ülkesine yönlendirmiş ve beraberlerindeki gruplarla Don’dan Dinyester’a kadar uzanan büyük Ostrogot krallığının zengin köylerine saldırmışlardı. Hunların akınları ile ittifakı seçen kavimler, rehin yollayarak, Hun birliklerine savaşçı grup vererek ve otlaklarını Hunların sürülerine açarak hayatları ve mallarını koruyorlardı. İttifak yapmak istemeyenler ise kaçma yolunu seçiyordu. Hunların akınlarına dayanamayan Gotların kralı Ermanarik 375 yılında ölünce, Ostrogotlar Hun kralı Balamir’in yönetimi altına girmişlerdi.(…) Ermanarik’in toprakları Hunların boyunduruğu altına girdiğinde, Ostrogotların küçük bir kalıntısı ise Kırım tarafına gitti ve bir ulus olarak varlıklarını bin yıldan fazla bir süre korudular.[11]

15. yüzyılda son Gotların ikamet ettiği Kırım’ın 1475’te Osmanlılar tarafından fethi ile bu büyük ulusun siyasi varlığı sona ermiştir.[12]

Yıkılan Doğu Roma Ostrogot, Vizigot, Vandal, Burgond ve Lombard Krallıklarını kurup sırayla tarih sahnesinden çekilen ve yerel halkla karışıp Got kimliğini ve dilini kaybeden Gotların, kendi dilleriyle ayakta kalabilmiş son kalıntılarına bir Alman seyyah tarafından on 6. yüzyılda, Kırım’da rastlanmıştır.[13]

1563 yılında Flaman diplomat Ogier Ghiselin de Busbeck, Kırım’a gelip yerli halkla konuşarak bir Gotça sözlük hazırlamıştır. Bu tarihlerden sonra Kırım Gotları da tarihten silinmiştir.[14]

Aslında 1. Dünya Savaşı Almanların Kırım’ı ilk işgalleri olmadığını belirtmiştik. Kırım 1. Dünya Savaşı’nda da bir dönem Alman işgaline uğramıştır.

Brest-Litowsk Barış Antlaşması’nın imzalanması ile savaştan çekilen Rusya haricinde bölgede beklenmeyen bir güç ortaya çıkmıştır. Antlaşmanın koşullarına uymamasına rağmen Ukrayna seferi esnasında Alman ordusunun Kırım’a girmesi bölge üzerinde menfaatleri bulunan her devlet tarafından farklı tepkilerle karşılanmıştır. Yine aynı antlaşma ile Ukrayna Devleti kurulmuş ve bu devlet Rusya’ya karşı desteklenmek amacıyla Almanya tarafından tanınmıştır. Bu durumun bölge üzerinde hâkimiyet inşa etmeye çalışan Rusya tarafından hiç olumlu karşılanmayacağı kesindir. Kırım Tatarlarının bu dönemdeki amacı ise Osmanlı Devleti ve Almanya’dan destek almaya çalışarak kendi bağımsızlıklarını elde etmektir.[15]

9 Şubat 1918’de imzalanan Brest-Litovsk Barış Antlaşması ile Ukrayna’nın bağımsızlığını tanıyan Almanya’nın Ukrayna hükümetiyle vardığı anlaşma uyarınca Alman orduları Bolşevikler’den temizlemek üzere Ukrayna’yı işgal etti.[16]

21 Mart’ta Alman askerî işgalinin Kırım’a da uzatılması kararı alındı. 19 Nisan 1918’de Alman askerî birlikleri Kırım’a girmeye başladı. Kırım’daki Bolşevik kuvvetlerinin direnişi kolaylıkla kırılarak Nisan ayı sonuna kadar yarımadanın tamamı Alman ordusu tarafından işgal edildi1. Bolşeviklere karşı yapılan bu çarpışmalara Kırım Tatar gerillaları da katıldı. Alman askerî idaresi altında Kırım Tatar Millî Kurultayı 8 Mayıs 1918’de yeniden toplanabilme imkânını buldu. Ancak kurultayın bir Kırım Tatar hükümeti kurma teşebbüsü Alman askerî makamları tarafından engellendi. Bunun yerine fiilen Alman askerî idaresinin himayesinde karma bir Kırım hükümeti kurduruldu.

Haziran 1918’de teşekkül eden bu Kırım hükümetinde Tatarlar, Bolşevik aleyhtarı Ruslar ve Almanlar yer alırken, hükümet başkanlığını da Litvanya Tatarları’ndan olan General Süleyman Sülkeviç üstlendi. Ukrayna Devleti’nin Kırım’ı ilhak arzuları Sülkeviç hükümetiyle Ukrayna arasında başından itibaren bir siyasî krizin doğmasına yol açtı. Almanya bu kriz sırasında, bir taraftan müttefiki Ukrayna’yı gücendirmemek için Kırım’ı resmen bağımsız bir devlet statüsünde tanımaktan kaçınırken diğer taraftan Ukrayna’nın Kırım’ı ilhakını da kabul etmedi.[17]

Sülkeviç, 15 Kasım 1918'de, Alman birliklerinin Kırım'dan çekilmesinden ardından Kırım’ı terk etti.[18]

1930’lu yılların sonuna gelindiğinde Almanya askeri gücü sayesinde politik baskı kurarak birçok bölgeyi ilhak ve işgal etmiştir. Balkanlarda bulunan ülkelerin çoğu Komünist rejiminden korkarak Almanya'ya yaklaşmak zorunda kalmıştır. Arnavutluk, İtalya tarafından işgal edilirken, Romanya, Macaristan ve Bulgaristan üçlü pakta katılmak zorunda kalmıştır. Doğu Avrupa'da en büyük güç olan Sovyet Rusya ile Almanya 1939 yılında Saldırmazlık ve Dostluk Antlaşması’nı imzalamıştır. 1941 yılına gelindiğinde iki güç olan Sovyet Rusya ve Almanya bir dünya lideri olmak için adeta yarışmışlardır.

Sovyet Rusya lideri Josef Stalin, dünyanın Komünist rejim tarafından Kremlin’den yönetilmesini planlamıştır. Alman lider Adolf Hitler ise “hükümdarlar ırkı” (Almanlar) tarafından yönetilen saf-ırk imparatorluğu kurma planı vardır. Hem Stalin hem de Hitler, planlarını hızlı bir şekilde uygulamak için 1939 yılında imzalanan antlaşmaya saygı duymak zorunda kalmışlardır.

1939 yılında imzalanan Nazist-Sovyet paktı belli bir düzeyde 1772 yılında Frederick, Ekaterina ve Maria Teresa'nın hayata geçirdikleri Polonya'nın paylaştırılmasının tekrarı olmuştur. Lakin Hitler ve Stalin bu üç kraldan farklı olarak ideolojik açıdan rakip pozisyonda olmuşlardır. Her iki lider o dönem Polonya mirasını paylaştırmak içinde yer alan genel ve milli çıkarları farklı bir biçimde ideolojik fikir ayrılıklarından üstün tutmak kararı almışlardır.[19]

Olayların gelişim seyri 23 Ağustos 1939’da SSCB ile Almanya arasında imzalanan “Saldırmazlık Antlaşması” ve gizli protokollerle başladı ve gerçekte bu, II. Dünya Savaşı’nın dönüm noktası oldu. Antlaşmaya göre Sovyetler Birliği Almanya’ya bazı stratejik ham maddeler ile birlikte özellikle petrol temin edecekti. Böylece SSCB’de üretilen petrolün % 75’ini sağlayan Bakü’nün petrolü aralıksız Almanya’ya taşındı.[20]

Nazi Almanyası'nın Moskova Büyükelçiliği askeri ataşeliği görevlilerinin, savaş (Nazilerin Sovyetler'e saldırdığı 21 Haziran öncesi) öncesi 1 Mayıs 1941 yılında Kızıl Meydan'da askeri töreni dikkatle izlemeleri; törende dönemin Sovyet lideri Josef Stalin ve diğer Sovyet devlet yetkililerinin, Kızıl Ordu askerlerini selamladıkları, Sovyet Halk Savunma Komiseri Semyon Timoşenko’nun, törende bulunan Nazi üst düzey askeri görevlileriyle görüştüğü de bilinmektedir.[21]

Almanların, 23 Ağustos 1939 yılında Sovyet Rusya ile imzaladığı Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması sonucu Polonya iki güçlü devletin kıskacında sıkışıp kalmıştır. 1 Eylül 1939 yılında Alman birlikleri Polonya sınırlarını aşarak saldırıya geçmiştir. Nihayetinde Polonya toprakları iki büyük güç Almanya ve Sovyet Rusya arasında paylaştırılmıştır. Bunun üzerine 31 Mart 1939'da Polonya'nın bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü resmi bir belgeyle garanti eden İngiltere ve Fransa, 3 Eylül'de Almanya'ya savaş ilan etmişlerdir.

Bu tarihten itibaren büyük felaketler ve yıkımlara sebep olan İkinci Dünya Savaşı başlamıştır. Almanlar yeni bölgeler işgal ettikçe ordunun iaşe ihtiyaçları da artmıştır. Alman Hükümeti bu ihtiyaçları karşılamak için hızlı bir şekilde Sovyet Rusya topraklarını işgal etme kararı almıştır. Daha önce Sovyet Hükümeti ile yaptığı Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması'nı bozan Almanya, 22 Haziran 1941'de Sovyet Rusya'ya saldırmıştır.[22]

Önceden hazırlanmış Barbarossa planına göre (ki Harekât ismini 12. yüzyılda yaşamış ve Üçüncü Haçlı Seferi’ne liderlik etmiş olan Kutsal Roma-Germen İmparatoru Frederick Barbarossa’dan almıştır.[23])

Alman birliklerinin kışa girmeden Arhangelsk Astrahan Hattı’na çıkması planlanmıştır.[24]

1941 yılının Eylül ayında başlayan işgal süreci 1942 yılının Temmuz ayında Sivastopol’ün alınması ile tamamlanmıştır.[25]

Alan Fisher 1941 Eylül ile Aralık ayları arasında yaşananları şu şekilde anlatmıştır. “Evvela birçok Kırım şehrinde Tatar halk ilerleyen Alman ordusunu sevinç gösterileri ve “kurtarıcılar” sedalarıyla karşıladılar. Buna şaşırmamak gerekir. 1930’larda olanlar Tatarlar’ın SSCB’ne bağlı bir Sovyet Rus sömürgesinde yaşadıklarına inanmalarına zemin hazırladı, harbin çıkışından önceki son birkaç yılda Kırımlılar ve milli Tatar liderlerinin imhası çok şiddetli oldu. 1941’de ileri gelen Tatar liderlerinin çoğu ya ölmüştü ya da Batı Sibirya’daki Sovyet çalışma kamplarındaydılar. Nefret edilen Sovyet idaresini kaldırma gayesini ilan eden yabancı bir ordu, ülkelerine girdiği zaman Kırım Tatarlarının sevinç gösterisinde bulunmalarından başka ne beklenebilirdi? Bu da Sovyet hükümetinin Tatarları toptan cezalandırmaları için bir sebep teşkil etti.[26]

Peki, Fischer’in bahsettiği 1920-1941 yılları arasında ne olmuştu?

Lenin, Çarlık rejimini zayıflatabilmenin bir aracı olarak, azınlıklar arasında milliyetçi söylemi manipule etmiş, gerektiğinde halkların self-determinasyon haklarını kullanabilecekleri tezini işlemişti. Böylece, Rusya’da sosyalist düzeni inşa edebilmek için, ulusal kurtuluş hareketlerinin devrimci potansiyelinden yararlanılmış ve azınlıklar arasında “milliyetçi” duygular teşvik edilmiş aynı zamanda da Rus milliyetçiliği gizlenmeye çalışılmıştır. Gerektiğinde milliyetçi söylemi kullanmakta bir sakınca görmese de, genel olarak evrensel sosyalist ideoloji ile beslenen rejim, etnik temelde Rus ulusal kimliğini sistemin önünde bir açmaz olarak değerlendirmiş ve Komünist parti önderliğinde bir “Sovyet kimliği” tesis etmeye çaba harcamıştır. (…)

Lenin’in 1924'teki ölümünden sonra iktidarda tek başına kalan Stalin, Troçki gibi İhtilalci, Sultan Galiyev gibi Türkçü-İhtilalci liderleri temizledikten sonra iktidarını gereği gibi kuvvetlendirdiğini anlayınca komünizm politikalarına yöneldi.[27]

• 1920’de Kırım’ın Bolşeviklerin hâkimiyeti altına girmesinden sonra, öncelikle Milli Hükümet Başkanı Çelebi Cihan’ın, ardından diğer Türk aydınlarının katledilmeye başlamasıyla, Kırım Türklerine yönelik imha siyasetleri hız kazanmıştır. Bu doğrultuda iktidara getirilen Macar komünisti Bela Kun’un, korku ve dehşet siyaseti neticesinde 60-70 bin Türk kurşuna dizilmiş veya Sibirya’ya sürgüne gönderilmiştir.

• Sovyet Rusya’nın Kırım Türklerine yönelik topyekûn imha siyaseti, Sovyet Hükümetinin uygulamış olduğu iktisat politikaları neticesinde ortaya çıkan suni kıtlıkla devam etmiştir. 1921 Kasımından 1922 Haziranına kadar devam eden açlık sonucunda, Sivastopol nüfusunun ’i, Bahçesaray nüfusunun U’i hayatını kaybetmiş, yaklaşık 100.000 kişi ölmüş, Kırım’ın nüfusu ! oranında azalmış, 50.000 kişi de Kırım’dan göç etmiştir. Hayatını kaybedenlerin `’ını Türkler oluşturmuştur.

• 1923-1927 yılları arasındaki beş yıllık süreçte ise, Kırım’ın muhtariyet haklarını korumak amacıyla harekete geçen 3500’den fazla Türk aydını kurşuna dizilmiş ya da sürgüne gönderilmiştir.[28]

• Ardından 1929-1930’lu yıllarda yaşanan çiftçiliğin zorunlu kollektifleştirilmesi[29] faaliyetleri neticesinde, 40-50 bin Kırım Türk’ü Sibirya ve Urallar’ın işçi kamplarına sürgüne gönderilmiş, bunların büyük çoğunluğu buralarda hayatını kaybetmiştir.

• Sovyet Rusya’nın imha siyasetine karşılık, 1929’da çıkarılan Alakat İhtilali’nin çok kanlı bir şekilde bastırılması neticesinde, binlerce Kırım Türkü kurşuna dizilmiş ya da sürgüne gönderilmiştir.

• Sovyet Rusya’nın, zorunlu kollektifleştirme, Kırım mahsulüne ve hayvanlarına el koyma faaliyetleri neticesinde 1931-1933 yılları arasında yaşanan açlıkla birlikte yaklaşık 7 milyon insan hayatını kaybetmiştir.

Toplu imha siyaseti doğrultusunda yukarıda saydığımız katliamları gerçekleştiren Sovyet Rusya, bunlarla yetinmeyerek, Kırım Türklerine yönelik maddi ve manevi imha faaliyetlerine devam etmiş, 1931- 1936 yılları arasında Müslüman din adamlarının tasfiyesine başlamıştır. Bütün dini önderler “sosyal parazit” ilan edilmiş, milliyetçilik ve ihtilal aleyhtarlığı ile suçlanan binlerce aydın ve din adamı, idam ya da sürgün edilmiş, camiler ve medreseler kapatılmıştır. “Sovyetleştirme” çalışmaları altında, Kırım Türklerinin milli edebiyat, folklor çalışmaları yasaklanmış, milli yaşayış, kültür ve aile geleneklerinin yok edilmesi yolunda hareket edilmiştir.[30]

Sovyet Rusya’nın geliştirdiği “Milliyetler Politikası”[31] stratejisine bağlı olarak, halkların özgün tarih ve dilleri inşa edilerek, diğer Türkî halklarla bağlarının koparılması ve farklılaşmaları amaçlanmıştır.[32]

Bolşeviklerin Kırım’a hâkim oldukları 1921-1941 yılları arasındaki 20 yıllık süreçte, Kırım’ın 1917 yılındaki Türk nüfusunun yarısı imha edilmiş ya da sürülmüştür.[33]

Sovyet Rusya’nın Kırım Türklerine yönelik imha hareketleri sonraki süreçte de artarak devam etmiş ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında en acımasız şekilde, toplu sürgünler yoluyla uygulanmıştır.[34]

Gerçekten büyük travmalarla dolu Rusya tarihi, 1924-53[35] arası pek çok açıdan Petro dönemiyle dahi karşılaştırılamayacak ölçüde şiddet ve acıya sahne olmuştur.[36]

Almanlara gösterilen bu ilginin bir diğer tezahürünü, Kırım dışında yaşayan Kırım Türklerinin vatanlarının bağımsızlığını elde etmek için Almanlarla temasa geçmelerinde görmekteyiz. İlk olarak Edige Kırımal ve Müstecip Ülküsal gibi tanınmış iki Kırım Türkü, Türkiye Cumhuriyeti’nin de çabaları sonucu Almanya’ya gitti. Kırımal ve Ülküsal[37] burada Alman yetkililerle ülkesinin ve halkının geleceği hakkında girişimlerde bulundu. Aynı şekilde Kırım’da da bir kısım Kırım Türkü, vatanlarının Sovyet Rus hâkimiyetinden kurtularak bağımsız bir Kırım Türk Devleti hâlini almasını istiyordu.[38]

Türkiye de bu gelişmelere kayıtsız değildi.

Ekim 1941 başlarında Türkiye’den Rusya’ya gönderilen askerî heyetin cephe gezisi, von Hentig’in refakatinde yapıldı. Heyette, General Ali Fuat Erden ve General Hüsnü Emir Erkilet de bulunuyordu. Gezi bölgesi, Sovyet Rusya’nın güneyinde, Kırım dâhil, Türk-Tatarlarla meskûn bölgelerdi. Bu arada Kızıl Ordu’ya mensup Kırım Tatarlarının bulunduğu esir kampları da ziyaret edilecekti.

Seyahatin yalnız askerî değil, siyasî karakteri de vardı. Her iki general, Kırım’ın ve yeni zaptedilecek diğer Türk-Tatar bölgelerinin planlanan siyasî geleceği ile ilgileniyorlardı. General Erden, Türk Harp Akademileri Komutanıydı. General Erkilet ise ona Türk-Tatar çevrelerinin gayriresmî temsilcisi olarak refakat ediyordu.[39]

General Erkilet, Büyükelçi von Hentig’e Berlin’de Kırım Türk-Tatar Millî Merkezi’nin çekirdek kadrosunu teşekkül ettirmek istediklerini, bu merkez vasıtasıyla Kırım’ın istikbali için Almanlarla işbirliği yapmayı düşündüklerini söyledi ve görevlendirilecek şahısların Almanya’ya girişleri, Berlin’deki faaliyetleri ve Kırım’a gönderilmeleri için yardım ve tavassutta bulunmasını rica etti.[40]

Söz konusu dönemde Almanlarla görüşen önemli isimlerden biri de “Türkçü/Turancı” kimliğiyle bilinen Nuri Killigil Paşa’dır. Enver Paşa’nın kardeş olan Nuri Paşa, I. Dünya Savaşı yıllarından tanıdığı, Almanya’nın Moskova Büyükelçisi Schulenburg ile Almanya’da bir araya gelmişti. Nuri Paşa, dönemin önemli Türkçü simalarından Reha Oğuz Türkkan’a, söz konusu görüşmede kendisine kurulacak gönüllü Türk birliklerinin başına geçmesinin teklif edildiğini iddia etmişti. Nuri Paşa bu teklif karşısında, Sovyet işgali altında bulunan Türk memleketlerine bağımsızlık verilmesini ve bunun uluslararası kamuoyunda deklare edilmesini istediğini; ancak Almanlar bu konuda cevap vermedikleri için teklifi reddettiğini söylemişti.[41]

Bu girişimler ileride sonu faciayla bitecek Kırım Tatarlarından teşekkül “Mavi Alay”ların oluşturulması ile sürecek, Ankara’nın, Almanya’ya yakınlığıyla[42] nasıl ki Almanya, Sovyetlere ilk saldırdığında Türkçülük körüklenmişse, 1943'ten sonra da Nazilere karşı Sovyetlerin üstünlük kurduğu dönemde de Türkiye'deki Türkçü ve Turancılar suçlanmış, zan altında bırakılmış ve Alman propagandası yapmakla itham edilmiş[43] olacaktı.

Nitekim bu dönemde Rus-Türk yakınlaşmasını engellemek isteyen Almanya’nın[44] Türkiye’de Sovyet düşmanlığını körüklemek için yaptığı ikinci hamle de ülkedeki Turancı düşünceye sahip kişileri Rus karşıtlığı etrafında örgütlenmekti. Berlin hem hükümet, hem de halk içinde faaliyette bulunan gizli ajanlarıyla Ankara ve diğer sivil gruplarda Sovyet düşmanlığı besleyen azınlıkları harekete geçirmeye çalıştı. Hatta Ribbentrop 5 Aralık 1942 tarihinde Türkiye’deki Sovyet aleyhtarı propagandanın başarıya ulaşabilmesi için Papen’e 5 milyon RM gönderdi.[45]

Kırım’daki Alman işgaline tekrar dönersek, evvela Alman komutanlığı Türk hükümetini Mihver devletlerinin safında savaşa sokmak için yeterli baskı yapabileceğine inanıyordu. Nihayetinde Türkler uzun zamandan beri Almanlar’ın dostuydular, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar’ın yanı sıra savaşmışlardı ve Sovyet Hükümeti’nin selefleri çarların güneye doğru yayılma arzularından hiçbir zaman vazgeçmemiş olduğunu fark etmişlerdi. Fakat bu, Almanlar’ın Kırım Tatarları meselesini ihtiyatla ele almalarına sebep oluyordu. Çünkü Kırım Tatarları, Türkiye Türkleri’nin ilgisini diğer Sovyet milliyetlerinden daha çok çekmişlerdi. Sadece ve sadece bu sebepten dolayı Alman idarecileri, Tatarlar’ın Kırım’dan erken bir tarihte çıkarılmamasını kararlaştırdılar. Hatta Ankara’daki Alman sefiri Von Papen, Kırım seferi tamamlandıktan sonra orada Kırım Tatarlarının katılabileceği bir idare kurmasını hükümetinden ısrarla talep ediyordu. Ona göre bunun Türkiye üzerinde güçlü bir siyasi tesiri olacaktı.[46]

Nitekim, Birinci Dünya Savaşı Kırım Tatarları tarafından kurtuluş vesilesi olarak görülmemiş miydi?[47]

Almanlar’ın Kırım’ı işgal etmesiyle Kırım Türkleri; Rus hâkimiyetinden kurtulup, bağımsız bir devlet kurarak hür dünya insanlığının sahip olduğu bütün maddi ve manevi hak ve hürriyetlere kavuşmayı hayal etmişlerdi. Ancak Almanlar beklenen “kurtarıcı” olmadıklarını yaptıkları uygulamalarla kısa sürede ortaya koydular. İşgal edilen bölgelerde, bilhassa Ukrayna ve Kırım’da çalışabilir durumda olan kadın-erkek binlerce genci esir alarak çalıştırmak üzere Almanya’ya gönderdiler. Yüzlerce insanı ya komünist suçlamasıyla kurşuna dizdiler ya da değişik suçlardan Nikolayev ve Akmescid (Simferopol) şehirleri dışına kurulan esir kamplarına yolladılar.[48]

Bu kamplardaki hayat zorluğu, açlık ve salgın hastalık, yüzlerce Türk gencinin hayatına sebep oldu. Kırım’da Almanlar aleyhine yapılan propaganda ve faaliyetlerin artması üzerine Almanlar, kamp esiri Türkler için bir “şans” tanıdılar. Bunlardan “muhafaza” taburları kuruldu. Bu taburların vazifesi; “bütün milliyetlere mensup yerli nüfusu savunarak, ancak dağ köylerine saldıran Sovyet çetecilerine karşı savaşmaktı. Adı geçen “muhafaza” taburları ki gönüllü taburları da deniliyordu.[49]

Ancak bu savaş esirlerinden oluşan taburların, o dönemin şartları içinde ne kadar “gönüllü” oldukları ihtiyatla karşılanmalıdır.[50]

Alman Kamplarındaki esirlerden 26 Türkistan, 15 Azerbaycan, 13 Gürcü, 12 Ermeni, 9 K. Kafkasya, 8 Kırım Tatarları ve 7 Volga (Kazan) Tatarları olmak üzere toplamda 90 lejyon birliği kurulmuştu.[51]

Müslümanlardan Alman ordusuna yapılan katılımlarda bilhassa Kırım’da sadece gönüllülük esası olmamıştır. Kırım Türklerinin Almanya’ya yardımcı olmasının ana sebebi bağımsızlık isteğidir. Ama aksi halde bir tavrın takınılması ve gönüllü olunmamasına karşılık Almanya’nın silah tehdidini kullanması gönüllülük esasını sorgulatmaktadır. Gönüllülük bir irade ortaya koymak iken, birçok Kırım köyünün Alman uçaklarınca bombalanması, XI. Ordu’ya katılmak istemediği bilinmektedir. Ayrıca Kırımlıların hazır bulunan Einsatzgruppen D sorumluları tarafından kurşuna dizilmesi, iş birliği kavramının içine alamayacağı hususların yaşandığı hakikatini işaret etmekte yetersiz kalamaz.[52]

Nitekim Nazi ideolojisi bu noktada yine işlemiştir. Din ve etnik köken ayırımcılığına dayanan Nazi ideolojisi doğrultusunda Slav, Türk ve diğer Asya kökenli esirlerle Yahudilere insanlık dışı muameleler yapılırken İngiltere, ABD ve Kuzey Avrupa kökenli esirler ayrı tutulmuştu. ABD, İngiltere ve Fransa kökenli esirlere 1929 Cenevre Konvansiyonunun tanımladığı esir hakları çerçevesinde yaklaşan Almanya; bu anlaşmaya taraf olmayan Sovyet esirlerine karşı ise sert bir politika izlemekten kaçınmamıştı. Nitekim esir edilen Kızıl Ordu askerleri arasında Ukrayna, Belarus, Polonya, Litvanya, Fin ve Gürcü asıllı askerler diğer savaş esirlerinden ayrı tutulmuş; hatta bir süre sonra Romanya, Ukrayna, Belarus, Letonya, Estonya, Litvanya kökenli savaş esirleri salıverilmişti. Alman esir kampları, 1942 yılı Mart ayından sonra MüslümanTürk ve diğer Asya kökenli milletlere mensup savaş esirlerinin toplandığı yerler hâline gelmişti.[53]

Almanlara esir düşen Sovyet askerlerinin büyük bir çoğunluğu esir kamplarında açlık, salgın hastalık, soğuk ve Alman subayların keyfi davranışları sonu ölürken belli bir kısmı oluşturulan lejyonlarda Sovyetlere karşı cepheye sürüldü. 1941-1945 yılları arasında esir düşen 5.2 milyon Sovyet askerinden 3.3 milyonunun kamplarda öldüğü Alman tarihçiler tarafından da yazılıyor.

Esir kamplarından kurtulmayı başaran 1919 Türkistan doğumlu Alim Alamat kendisinin olduğu kampta 80 bin esirden 6 ay içinde sadece 3 bin kişi kaldığını söylüyor. Alim Alamat her gün ortalama 100 kişinin cesedini arabalarla çukura attıklarını anlatıyor. 1916 Kuzey Kafkasya doğumlu Sefer Aymergen kendisinin de içinde olduğu 16 binlik Kızıl Ordu askeri esiri olarak Çekoslovakya’ya çıktıkları yolculuktan geriye 2500 askerin kaldığını anlatıyor.[54]

İlerleyen dönemde savaşın gidişatının değişmesi sayısı milyonları bulan esirlerin değerlendirilmesi gerekliliğini ortaya çıkarmış, çoğu kamplardaki acımasız şartlardan kurtulmak isteyen esirlerden Hitler’in onayıyla birlikler oluşturulmaya başlanmıştır. Savaş sırasında esir edilen askerlerin sayısının tahmin edilenden çok fazla olması; Nazi Almanya’sını farklı bir uygulamaya sevk etmişti. Başlangıçta “üstün ırk” idealine dayanan Nasyonal Sosyalist Alman ideolojisinin de etkisiyle aşağılanan, insanlık dışı muameleler uygulanarak esir kamplarında ölüme terk edilen Kızılordu mensupları, ilerleyen günlerde işçi ya da cephe gerisinde asker olarak istihdam edilmeye başlanmıştı.

1941 sonlarına doğru da Alman Doğu Bakanlığının kurulmasıyla birlikte SSCB vatandaşı olan esirlerin, özellikle Türksoylu esirlerin Kızıl Ordu’ya karşı cepheye sürülmesi fikri hâkim olmuştu. Türksoylu esirlerin kamplarda ölüme terk edilmektense askeri birlikler oluşturularak cephede ya da geri hizmetlerde istihdam edilmesi konusunda Türkiye ve Türk kamuoyunda tanınan şahsiyetlerin de etkili olduğu görülmüştü.[55]

Alman Doğu Bakanı Rosenberg, değişen savaş stratejileri doğrultusunda 30 Aralık 1941 tarihli emirle öncelikli olarak işgal ettikleri Sovyet topraklarında yaşayanlardan “gönüllü” adı altında askerî birlikler oluşturup bunlardan yararlanma yoluna gitmişti. Söz konusu birlikler, Alman askerî makamları tarafından “Yardımcılar” olarak isimlendirilmişlerdi. Yardımcılar; “Yerli Emniyet Birlikleri”, “Koruma Birlikleri” ve “Düzen Sağlama Birlikleri” gibi farklı sınıflara ayrılmışlardı. Belarus (Beyaz Rusya) ve Ukrayna kökenli askerlerin çoğunlukta olduğu bu birliklere Alman üniforması giydirilmiş; erzak ve maaş verilmiş, ölüm ya da sakatlık gibi hallerde ise asker ailelerine yardım edilmişti. Alman ordusunda görev alan yardımcı askerlerin mevcudu, 600 bin ilâ 1 milyon 400 bin arasında değişiklik göstermişti.[56]

Çünkü, Naziler, Ukrayna Otosefal Kilisesi'nin öncülük ettiği dini faaliyetlere, çok adaylı yerel seçimlere ve küçük-orta ölçekli işletmelerin açılmasına müsaade etmiştir. Bu nedenlerle ve Stalin'in uygulamalarına karşı bir tepki olarak çok sayıda Beyaz Rusyalı ve Batı Ukraynalı, Kızıl Ordu'dan kaçarak Nazi saflarında çarpışmaya başlamıştır.[57]

Sonuçta harcanan çabalar meyvesini vermiş ve Doğu Lejyonları (Ostlegionen) 1942 yılı ortalarında kurulmaya başlanmıştır. Nitekim Almanya enerji kaynaklarına sahip olmak amacıyla Kafkasya üzerinden Türkistan’a ulaşma politikasını hayata geçirmek için SSCB esirleri arasında yer alan Müslüman-Türk askerlerinden Doğu Lejyonları adı altında birlikler oluşturmuş ve farklı bölgelerde konuşlandırmıştı.

İdil-Tatar Lejyonu, 21 Ağustos 1942 tarihinde oluşturulmuş; Doğu Lejyonları kapsamında kurulan bir başka Türk lejyonu da Azerbaycan Lejyonu olmuştu. 22 Aralık 1942’de fiilen kurulan ve konumuzu teşkil eden Türkistan Lejyonunda da Türkmen, Özbek, Kazak, Kırgız, Karakalpak Türkleri ve Tacikler bulunmakta idi. Doğu lejyonları içinde Gürcü, Kuzey Kafkasya ve Ermeni Lejyonları da teşkil edilmişti. Ayrıca Alman işgâli ile birlikte Kırım’da Kırım Tatarlarından oluşturulmuş “Gönüllü Nefs-i Müdafaa Taburları” da bu tür bir yapılanma olarak Kızıl Ordu’ya karşı II. Dünya Savaşının içinde yer almışlardı.[58]

Rusya sınırları dışındaki Müslümanlardan olan Boşnaklardan da bir birlik oluşturulmuştur. Ustaşa’nın baskıları başta Saraybosna’daki kanaat önderleri olmak üzere Hırvatistan’daki Müslümanlar’ı Almanlar ile işbirliğine yöneltir. Sovyet topraklarının Almanlar tarafından işgali sonrası kurulan SS lejyon birlikleri gibi Balkan Müslümanları da Waffen-SS’e bağlı Hançer Birliği’ne dahil edilir.[59]

(Hatta kıyafetleri nedeniyle Fesli Naziler olarak anılan) Bu birlik o kadar popüler olur ki, dönemin Kudüs müftüsü Muhammed Emin El-Hüseyni, Hitler’in özel davetlisi olarak Bosna’ya gelerek birliğe moral ziyaretinde bulunur.[60]

Aslında, Hitler’in kararı Kırım’ın en kısa yoldan III. Reich toprağı olması ve Alman yurdu olarak kalması yönünde olmuştur.[61]

Alman bakış açısıyla tasarlanan yeni Kırım’a; Kırım ekonomisinin kötü olması ve Kırım Türkleri ile Türkiye Türklerinin önemsenmeyecek kadar az olmayan bağları gibi iki önemli engel çıkmıştır. İki önemli engeli göz önünde bulundurarak tüm şartları değerlendiren Almanlar daha önce tasarladığı Kırım’ı ilhak siyasetini terk etmek zorunda kalmıştır. Almanya tarafından düşünülen odur ki Kırım’ın ilhakı Türkiye’nin kendilerine olan desteğini kaybettirecekti. Hatta Kırım’ın işgali ile beraber Tatar Türkleriyle iyi ilişkiler kurulursa Türkiye SSCB’ye karşı Almanya’nın yanında savaşa çekilebilirdi. Almanya’nın tüm bu ihtimalleri değerlendirmesi sonucu G. Fraundfeld Kırım’a Genel Komiser yetkisiyle atanmış ve bu atama sonrası işgalin yerini fiili sömürge idaresi almıştır.[62]

Almanlar Kırım Genel Bölgesi’ni 2 bölüm olarak tasvir etmişlerdir:

1) Kırım eski Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, 25.140 kilometrekarelik alana sahip bir yarımada üzerindedir.

2) Eski SSCB Ukrayna’nın her iki eyaleti olan eski Oblast Zaporijya ve Nikolayev’in bazı bölgeleri bu kısma dâhildir. Bu, Kırım’ın kuzeyindeki 25.000 kilometrekareden daha az bir alana sahip, güney Ukrayna’nın Taurida ovası olarak da bilinen Nogay bozkırlarıdır.413 Burada dikkat çeken husus Taurida ovalarının Almanlar tarafından da Ukrayna sınırları içinde düşünülmüş olmasıdır. Zira Ukrayna için yapılan idarî taksimatta “Taurida Bölgesi” yer almaktadır.

Kırım’daki idarî taksimat ise şu şekilde yapılmıştır:

Kırım genel bölgesi (Generalbezirk) 4 şehir komiserliğine (Stadtkommissariate) ve 14 Bölge Dairesi’ne (Kreisgebiete) bölünmüştür. Genel Komiserlik Makamı (Generalkommissars-merkez) Simferopol’dedir. Dört şehir komiserliği (Stadtkommissariate); Simferopol (Akmescit), Sivastopol, Kerç ve Melitopol’dan oluşmaktadır. On dört bölge dairesi ise şunlardır: (Bölge Komiserliklerinin_Gebietskommissars altı çizilmiştir).

1) Gözleve’nin eski bölgeleri Akmescit ve Ak Şeyh ile birlikte Gözleve Bölge Dairesi.

2) Perekop, Kolaj ve Canköy ilçeleriyle birlikte Canköy Bölge Dairesi.

3) Eski ilçeleri Fraidorf, Larindorf ve Telman ile birlikte Kurman-Kemelçi Bölge Dairesi.

4) Eski ilçeleri Saki, Büyük-Onlar ve Simferopol ile birlikte Simferopol Bölge Dairesi.

5) Eski ilçeleri Bahçesaray, Aluşta ve Yalta ile birlikte Yalta Bölge Dairesi.

6) Eski ilçeleri Suja, Balaklava ile birlikte Sivastopol Bölge Dairesi.

7) Eski ilçeleri Seitler, İçki ve Karasubasar ile birlikte İçki Bölge Dairesi.

8) Eski ilçeleri Sudak, Eski Kırım ve Kirov ile birlikte Sudak Bölge Dairesi.

9) Eski ilçesi Leninskoye ile birlikte Kerç Bölge Dairesi.

10) Eski ilçeleri Hola-Pristan, Skadovsk ve Aleşki ile birlikte Aleşki Bölge Dairesi.

11) Eski ilçeleri Çaplinka, Kalançak ve Kakhovka ile birlikte Kakhovka Bölge Dairesi.

12) Eski ilçeleri Novotroitskoye ve Heniçesk ile birlikte Heniçesk Bölge Dairesi.

13) Eski ilçeleri Veseloye, Ivanovka ve Akimovka ile birlikte Akimovka Bölge Dairesi.

14) Eski ilçeleri Novo-Nikolayevka, Novo-Vasilayevka, Priasovskoje ve Melitopol ile birlikte Melitopol Bölge Dairesi.

Bütün bu idarî teşkilatların başında Almanların bulunmasına karar verilmiştir.

Diğer ve son olan idarî birim ise “SS ve Einsatzgruppe Özel Görev Birliği” birimidir. SS şefi Otto Ohlendorf yönetiminde olan ve merkezi Berlin’de bulunan bu birim, Alfred Rosenberg’e bağlıdır.[63]

Kırım Yarımadasının askeri kontrolünü sağlamca ele geçirdikten sonra Almanlar; yarımadayı mahalli temsilcilerle herhangi bir otorite paylaşmaksızın idare etmek yolundaki niyetleri hususunda hiçbir şüphe bırakmadılar. Kırım’daki Alman idaresi her biri diğerinden hemen tamamen müstakil hareket eden üç kısma taksim edilmişti. Öncelikle askeri komuta, başlıca görevi bölgede düzeni temin ve Sovyet gücünün tekrar ortaya çıkmasına mani olmak üzere General Manstein’in uhdesindeydi. (…) Kırım’daki Alman otoritesinin ikinci kolu, Ukrayna Reich komiseri Erich Koch’a bağlı olan siyasi komutaydı. Koch’un Kırım’daki temsilcisi, Kırım Yarımadası genel komiseri olan Alfred Frauenfeld idi. Dallin’e göre Frauenfeld “Kırım kültürünün Gotik menşei ile ilgilenen fanatik bir Nazi ve sabit fikirli bir yobaz”dı. O dönemin Tatar kaynakları Dallin’in Frauenfeld hakkındaki görüşüne katılmakta ve Tatar kültürü ve diniyle ilgili “yeni düzen”in müsebbiplerinin Manstein ve subaylar olduğuna inanmaktaydılar. Üçüncü bir Alman idaresi de polis, SS ve Einsatzstab (özel görev birliği) tarafından yürütülüyordu ve doğrudan doğruya Berlin’deki Rosenberg’e bağlıydı.

Bu idare[64], özellikle şovenist ve hatta ırkçı tutumundan dolayı, belki de kanıt olmaksızın diğer iki idarenin faaliyetlerini baltalamayı başardı.[65]

Alman idaresindeki Kırım’da, Cuma günü tatil ilân edildi, dinî bayramların kutlanmasına, mevlit şenliklerinin yapılmasına izin verilmekle kalınmadı, Alman subaylar bunların yapılmasını teşvik etti. Toplu sünnet törenleri bile organize eden Almanlar Kırım’da bir müftülüğün kurulmasına izin vermediler. Kontrol edilemez siyasal faaliyetlerden korkan askerî komuta, müftülüğün siyasal aktivizmin üreme alanı olmasından endişelenirken, Müslümanlar dinî bir liderlikten çok ulusal bağımsızlıkla ilgileniyorlardı.[66]

Hatta Fransa’nın Temmuz 1940’ta düşüşünden hemen sonra ve Britanya Savaşı’nın başlangıcında emekli diplomat Max von Oppenheim, düşmanın müslüman topraklarında isyan çıkartma konusunda yedi sayfalık bir öneriyi Alman Dışişleri Bakanlığı’na göndermişti. Bu şahıs I. Dünya Savaşı ve öncesinde panislâmın siyasal potansiyelinin yılmaz savunucularındandı ve II. Wilhelm’in kendisini “300 milyon Müslümanın dostu” ilân etmesindeki esin kaynağıydı.[67]

Alman idaresi, Kırım’da dini vecibeler bakımından esnek bir yönetim anlayışı sergilese de aynı esnekliği siyasi haklar konusunda göstermemiştir. Kırım Türkleri siyasi haklarını savunmak için komisyonlar aracılığıyla faaliyete girişirken, Alman tarafı komisyonları ve komisyonların faaliyetlerini görmezden gelmiştir.[68]

Almanlar tarafından II. Dünya Savaşı esnasında, Kırım’daki Alman makamlarının onayı ile kurulan belediye teşkilat reisliklerine, köy muhtarlıklarına ve iktisadî işletmeler müdürlüklerine Tatarlar getirilmemiştir.[69]

Kemal Özcan’ın tespitleriyle[70]; Kırım’da askerî makamlar başta olmak üzere yerel yönetim ve polis teşkilatının büyük çoğunluğunun idaresine Rus yöneticiler tayin olunmuştu. Mesela, Akmescid (Simferopol) şehri’nin Belediye Başkanı Kamenskiy adl bir Rus, yardımcısı ise yine aynı milletten Sevastianov idi. Yine aynı şehirdeki eğitim müdürü Granovskiy, polis müdürü ise Fedov adlı Ruslardı. Yine aynı şekilde, nüfusunun ’i Türk olan Bahçesaray’ın belediye başkanlığına sadece 4 haneye sahip olan Rumlardan bir şahsın getirildiğini görmekteyiz. Kırım Türklerine ise sadece Kültür işleri Bakanlığı verilmiş ve buraya Tohtaroğlu isimli bir Türk tayin edilmiş, yardımcılığına ise yine bir Rus getirilmişti.

Kırım komiteleri ve Alman kurumları arasında aracı bir rol üstlenen Erich von Manstein görüldüğü üzere diğer Alman generallerinden çok daha farklı bir kişilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Kırım üzerindeki düşünceleri ile uygulamak istediği politikalar çok daha ılımlı ve Kırım halkını memnun edecek düzeydedir. Fakat tüm bu........

© Dikgazete.com


Get it on Google Play