menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Açlık’tan Dünya Nimeti’ne: Knut Hamsun’u Nasıl Okumalı?

43 1
19.10.2025

Nobel Edebiyat Ödülü’nü kimin aldığı/alacağı öteden beri tartışma konusudur. Ödülün kime verildiği kadar, kime ve neden verilmediği üzerine de çok fazla tartışmalar yapılır. Eleştirmenler sadece yapıtları değil Nobel komitesini de eleştirir sıkça.

Örneğin 1901 yılından beri dağıtılan bu ödüle, Tolstoy’un hayattayken yıllarca layık görülmemesini bugün halen anlamakta zorlanırım. Üzerinde tartışılan kararlardan biri de, 1920’deki ödüle layık görülen Norveçli bir yazarın, siyasi görüşleri nedeniyle sonradan çok ciddi eleştiriye uğraması ve aldığı ödülün dahi tenkit edilmesiydi. Ancak 1940’lardaki görüşleri bir yana, 1920’de ödülün sahibi olan Knut Hamsun, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde sadece İskandinavya’da değil, Avrupa kıtası ölçeğinde de kuşkusuz en etkili edebiyatçılar arasındaydı.

Fukara Bir Köylülükten Nobel’e Uzanan Bir Hayat

Orta Çağları ve Rönesans/Reform/Devrimler çağını modern dönemlere bağlayan uzun 19. yüzyılın edebiyat dünyasına hediye edeceği Knut Hamsun, 1859’da Norveç’in kuzey köylerinden birinde fakir bir ailede dünyaya geldiğinde, muhtemelen kimse orijinal adı Knud Pedersen olan bu çocuğun bir gün Nobel Ödülü alacağını tahmin edemezdi.

Hamsun’un hayat öyküsünün üzerinde uzun uzun durmak istemem bu yazıda; ama Tolstoy gibi varlıklı bir çocukluk ve gençlik sürmediğini, Petersburg gibi büyük bir şehirde kıt kanaat geçinebilen Dostoyevski’den bile daha çok kendi ayakları üzerinde durmakta zorlandığını, ancak eserlerinde çeşitli ölçülerde etkilendiği çağdaşı bu iki büyük ustadan da çok daha zorlu bir hayat sürdüğünü göz önünde bulundurmalıyız. Bu hususun neden önemli olduğuna ve eserlerinde nasıl meyve verdiğine ilerleyen bölümlerde değineceğim.

Hamsun, küçük yaştan itibaren çalışmak zorunda kaldı, ama dikiş tutturmakta zorlandı, sürekli değişen basit işlerde ve sektörlerde hayata tutunmak durumundaydı. Bu nedenle iyi bir eğitim alamadı, yirmilerine geldiğinde ne bir lisans diplomasına, ne ailesinden kalan bir varlığa, ne de yıllardır çalıştığı halde birkaç ay çalışmadan hayatta kalabilecek paraya sahipti. Yazarlığa heves etti, çok sayıda dergiye ve gazeteye gönderdi yazdıklarını, ama ufak tefek gazetelerde çıkan ve para getirmeyen yazıları haricinde sonuç büyük oranda hüsrandı. 23 yaşına gelmiş ve hiçbir şey elde edememişti; tam anlamıyla hayatın sillesini yemiş bir adam vardı karşımızda.

Bu yıllar (1880’ler, 1890’lar), Amerika’nın yeniden keşfedildiği dönemlerdi. Osmanlı coğrafyasının Suriye-Lübnan sahillerinden bu kıtaya giden yüzbinlerce insanla bu rotayı öğrenmiştik. Avrupa’dan da benzer şekilde büyük kitleler, İç Savaş’tan çıkmış ABD’ye gitmeye ve hayallerinin peşinden koşmaya yönelmekteydi bu yıllarda. İtalyanlar, Almanlar, Ruslar, İskandinavlar, İrlandalılar… 23 yaşında ve hayatta tam bir başarısızlığa uğramış Knut da borç para bulup bu kervana dâhil oldu. Birkaç sene ABD’de çalıştı, ancak kendisine verem teşhisi konunca ülkesi Norveç’te ölmeyi kafasına koydu ve geri döndü.

Ancak kader bu gence kıymadı, sürpriz şekilde iyileşti ve birkaç sene sonra yeniden ABD’ye gitti. Artık yazabiliyordu, verimli ve bütünlüklü şekilde üretebilmeye başladı Hamsun. Otuzlarının sonuna gelmişti artık ve yazmanın biraz da “demini bulma ve zamanla demlenme” anlamına geldiğini, gençliğinde başarısızlığa uğramasının tesadüf olmadığını anlayacaktı.

1890’da –bence- şaheseri sayılabilecek Açlık’ı (Sult) yazdı. Bu muazzam otobiyografik anlatıyı 1894’te Pan takip etti. Artık akıyordu kalemi, dergilerden gazetelerden eskisi kadar sık ret yemiyor, daha kolay ve verimli işletebiliyordu kalemini. Yazdıklarının telif ücretleriyle geçinebiliyordu artık, eserleri yabancı dillere çevriliyordu. Avrupa çapındaki önemli yazarlarla tanışmaya, kıtanın önemli başkentlerini gezmeye başladı, ufku daha da açıldı 1890’larda.

İlk evliliğini yaptığında 40 yaşındaydı, sekiz sene sonra boşandı; ikinci evliliğini 50 yaşında yaptı ve dört çocuk sahibi olduğu Marie Andersen’le ölene kadar birlikte yaşadı. 1899’da Türkiye’yi de ziyaret etti, İstanbul gözlemleri İstanbul’da İki İskandinav Seyyah başlığı altında Türkçeye de çevrildi. Göçebe adını verdiği üçlemesi 1906-12 yıllarında neşredildi. Açlık’la birlikte dünya çapında en fazla bilinen romanı Dünya Nimeti’ni ise 1917’de yazdı ki bu yıldan sonra çok daha fazla dikkat çekmeye başladı. Ve nihayet bu öngörülemez yükselişi, 1920’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmesiyle taçlandı.

Açlık’tan Dünya Nimeti’ne: Kişisel Bir Okuma

Bugünlerde elimde Hamsun’un en fazla bilinen iki iyi romanı var: Açlık (Sult, 1890) ve Dünya Nimeti (Markens Grøde, 1917). Hem üslup hem de düşünce dünyası açısından birbirine zıt, ama aynı yaşam felsefesinin iki kutbu olarak değerlendirmek lazım bu iki romanı.

Bilhassa Açlık edebiyat tarihinde psikolojik gerçekçiliğin dönüm noktalarından biri olarak görülür. Romandaki anlatıcı (Hamsun’un bizzat kendisi), Oslo sokaklarında açlık, yoksulluk ve onur arasında trajik bir salınım döngüsünde ayakta durmaya çalışır. Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ındaki kahramanı kadar çelişkilerle dolu, Martin Eden kadar kendisini ispat etme ve yazma eyleminin bizzat kendisine dönük bireysel bir hırsla dopdoludur bu genç yazar.

Ancak Hamsun, bu karakterin psikolojisini zaman zaman toplumsal bağlamdan neredeyse koparır, romanın satır aralarında açlık artık sadece ekonomik bir sefalet hali olmanın ötesine geçer, bizzat varoluşsal bir duruma dönüşür. “Modern şehir”in anonimliği içinde kendi benliğini yitirme öyküsüdür bu biraz da. Fiziksel........

© Daktilo1984