İmralı vesilesiyle CHP dövmek - Esat Aydın
Saramago’nun Körlük romanında felaket karanlıktan gelmez; aksine her şeyi bembeyaz bir ışık yutar.
Gözler açıktır, gündelik hayat sürer, insanlar konuşur, kararlar alır, tartışmalar yapılır; ama bağlam kaybolduğu için hakikat görünmez olur.
Türkiye’de siyasal tartışmanın büyük kısmı da böyle bir beyaz körlük halinde yürüyor: Görme yetisinin değil, gerçekliğin siyasal mimarisinin yitimi…
Rejimin gövdesini, iktidarın elinde biriken zor ve imtiyaz mimarisini, eşitsiz oyun alanının kurucu mekanizmalarını paranteze alıp, muhalefeti “niye şunu yapmadı?” diye azarlayan bir soyutluğa saplanıyor.
Zorbalığın haritası görünmezleşince, eleştiri ister istemez yanlış hedefe yöneliyor; “ağanın başını saklayıp köyün yetimini dövme” kolaycılığına…
Medyascope’ta çıkan Mümtazer Türköne’nin yazısı da bu hattın tipik bir üretimi. CHP’nin komisyonun İmralı ziyaretine üye vermeme kararını, “popülizmin parantezi”ne alıyor; halk rızasını, toplumsal nabzı dikkate alan her siyasal ihtiyatı, peşinen bir “kitle kuyrukçuluğu” gibi okuyor.
Böylece eleştiri, Türkiye’nin siyasal gerçekliğini dışarıda bırakan bir demokrasi fantezisi üzerine kuruluyor.
Sanki iktidar sıradan bir rakipmiş, sanki yargı bir siyasal aparat değilmiş, sanki medya tekeli yokmuş, sanki muhalefet kriminalize edilmiyormuş, sanki seçimle iktidar değişiminin zemini hala olduğu gibi duruyormuş gibi…
O parantezin içine bunları koymadan CHP’yi “cesaret” sınavına çekmek, eleştiriyi daha baştan rejimin diline eklemlemekten başka bir şey değil.
Türkiye’de siyaset artık eşit aktörlerin serbest rekabeti değil; seçimlerin varlığını korusa bile oyunun kurallarının devlet gücüyle sürekli yeniden yazıldığı bir rekabetçi-planlı otoriter düzlem…
Burada muhalefetin her hamlesi, niyet ve doğruluk ölçüsünden önce, iktidarın onu nasıl bir tuzağa çevireceği ihtimaliyle birlikte düşünülür.
Bir hamlenin “doğru” olması yetmez; o hamlenin iktidar tarafından nasıl bir dosyaya bağlanacağı, nasıl propaganda malzemesine dönüştürüleceği, nasıl ters yüz edilip muhalefetin alnına sürüleceği hesabı çoktan siyasetin maddi parçası haline gelmiştir. Bu gerçekliği yok sayan her eleştiri, “normal ülke, normal siyaset” masalıyla konuşur; masal dili ise rejimin işine yarar.
Bu körlüğün nasıl bir siyasal işlev ürettiğini görmek için aynı haftanın başka sahnesine bakmak yeter. Bahçeli, Meclis grup toplantısında milletvekillerine dönüp İmralı’ya gidiş iznini soruyor; salondaki alkışı alır almaz da bu dar salon iradesini “milletin özü” ve “milletin öz kararı” diye bütün bir yurttaşlığın yerine ikame ediyor.
Bir parti grubunun ritüel alkışını “milletin kararı” saymak, otoriter meşruiyet mühendisliğinin kristal hali. İktidar bloğunu devletle özdeşleştirip, kendi kapalı çevresini “milletin kendisi” ilan eden her rejim gibi, burada da “millet” bir toplumsal çoğulluktan çıkarılıyor, iktidarın aynasına yansıyan tekil bir suret olarak kuruluyor. “Millet biziz” diyen bir iktidar, muhalefeti daha cümle kurulmadan millet dışına iter; sonra da o muhalefetten “millet adına cesur davranmasını” bekleyip, davranmadığında onu döver. Rejimin dili budur…
Bu dili görmeyip “popülizme sapmak”la suçlamak, eleştirinin yönünü ve sınırını iktidarın tezgahına teslim etmektir.
Üstelik Bahçeli’nin kurduğu “Silivri’ye gidiliyorsa İmralı’ya da gidilir” cümlesi, iktidarın rejimsel diliyle taktik ihtiyaçlarının nasıl birbirine yapıştığını da gösteriyor.
Bahçeli, “ikisi de Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, aralarında fark yok” diyerek İmralı’yı........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin