menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Post-modern Bir “Katechon”: Trump ve Trumpizm

12 3
22.12.2025

Bu yazının çıkış noktası, Birikim Güncel’de yayınlanan 12 Ekim 2025 tarihli William Davies’in “Saf Aptallığın Eleştirisi: İkinci Trump Devrini Anlamak”[1] adlı yazısının tetiklediği bazı sorulardır. Davies, Trump ve yönetimlerinin uyguladıkları politikalar çerçevesinde iki ana evreye ayırdığı katmanlı bir eleştirel analiz sunar. Bunlar Trump’ın birinci dönemine istinaden “hakikat sonrası” (post-truth) çağının eleştirisi ve ikinci dönemi bağlamında ise “aptallık çağı”nın eleştirisidir. Başka bir şekilde söylenirse epistemik çöküş ve ardından gelen yargı yetisinin piyasalara ve algoritmalara devredildiği bir toplumsal düzenden kaynaklanan dünya-tarihsel ölçekte bir aptallık. Aslında bu zaviyeden bakıldığında Trump ve yönetimlerinin politikalarını aşan ve daha derinde işleyen soruların varlığı kendini hissettirir. Bu soruları belirginleştirmek ve üzerine düşünmek için Trump’a ilişkin bir çerçeve çizmek faydalı olacaktır.

Donald Trump, sureti sîretinden daha çok göze çarpan bir siyasi karakter olarak analizi, anlaşılması ve anlamlandırılması hem kolay hem de oldukça zor bir figürdür. Kolaydır çünkü saçları, dansı, mimikleri ve davranışları karmaşık bir temaşa olmasına rağmen kullandığı kısa cümleler, tek kelimelik sloganlar ve keskin dikotomik ifadeleri nedeniyle hemen anlaşılır. Takdir, öfke, gurur ve korku gibi duygularını doğrudan cisimleştirir. İmgesel dünyasında güç, pazarlık, kazanmak, sınır gibi net karşılıklar mevcuttur. Aynı zamanda dijital araçları muhatapları gibi aynı zeminden kullanarak mesafesiz bir ilişki kurar. Öte yandan oldukça da zordur, çünkü Trump’ın sureti, görünür etki olarak politikayı ikame eder ve suret büyüyüp mahiyeti gizler. Sözlerinin ciddiyeti öyle tartışmalı hale gelir ki ironi girdabı her şeyi içine çeker. Bununla birlikte Trump, Ernesto Laclau’nun “boş göstereni”[2] gibi işler. Yani Trump ekonomik, kültürel, etnik ve dış politik heterojen talepleri ortak öteki üzerinden birleştiren bir eşdeğerlilik zincirinin boş göstereni olarak siyasal alanda var olduğundan anlamayı da güçleştirir. Boş gösteren olarak düşünüldüğünde Trump’ın “yedi savaşı sona erdirdim… barışı getirdim” söylemleri ile “Nobel Barış Ödülü’nü hak ediyorum” benzeri iddiaları ve bunun çeşitli şekillerde tartışılması son zamanlarda en göze çarpan örneklerden biri olarak düşünülebilir.

Trump’ın “barışı getirdim” şeklindeki söylemlerine konu olan ve barışın tesis edildiğinin iddia edildiği anlaşmalar, İsrail-İran, Pakistan-Hindistan, Mısır-Etiyopya, Tayland-Kamboçya, Ermenistan-Azerbaycan, Ruanda-Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Sırbistan-Kosova gibi ülkelerin arasında yapılan ateşkesleri kapsamaktadır. Trump’ın barış söylemlerine ilk tepkilere bakıldığında uluslararası medya ve akademik çevrelerde “fact-check” (doğruluk kontrolü) çalışmalarının yapıldığı görülür.[3] Bu değerlendirmelerde barışı getirdim söyleminin olgusal olarak gerçeği yansıtmadığı, abartılı, yanıltıcı ve temelsiz olduğu vurgulanır. Sonrasında Trump’ın barış anlaşmalarındaki tutumunu ekonomik kaynak elde etme isteği ve ticari diplomasi yeteneğine, dış politikadaki realist yaklaşımına ve çeşitli psikolojik analizler bağlamında narsisistik ihtiyaçlarını giderme motivasyonuna bağlayan değerlendirmeler yapılır. Hatta psikolojik analizler o kadar köklüdür ki 2017 gibi erken bir tarihte çevrimiçi bir dergide yayımlanan bir yazıda, Trump’ın narsisistik kişilik bozukluğuna dair çok sayıda yazı olduğu ve yaklaşık 20 bin psikolog, klinik psikiyatrist ve ruh sağlığı uzmanı tarafından imzalanan başkanlık görevini yetkin bir şekilde yerine getirmesine engel ciddi derecede ruhsal hastalığı olduğu endişesini dile getiren bir dilekçe verdiklerinden bahsedilir.[4] Aynı yazıda Trump’ın düşük bilişsel merak seviyesi, yüksek bencil yönelim ve hızlı karar verme eğiliminin dış politika açısından oldukça maliyetli sonuçlar doğurma potansiyelinden de dem vurulur. O halde Trump’ın barış elçiliğine soyunması ve çeşitli kesimlerin onu Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermelerinin arkasında bir patolojik durum, hakikat sonrasının yanlış bilinci ya da aptallık çağının korkutucu çıktıları mı olduğu sorusu doğrudan ortaya çıkar. Ancak bu söylemlerin durduğu yeri başka bir açıdan değerlendirmek için bir iki adım geri çekildiğinde ve perspektif genişletildiğinde başka bir analiz fırsatı ortaya çıkar. Bu yazıda bir boş gösteren olarak Trump’ın barış söylemini ekonomik, sosyolojik, felsefi ve teolojik kökleri olan katmanlı bir siyasi fenomen olarak ele alma gayreti gösterilecektir.

Carl Schmitt ve Katechon: Düzeni Tutan Güç

Trump’ın barış anlayışı, liberal barış içeriklerinin karşısında duran, realist ve Schmittçi unsurlar taşıyan transaksiyonel bir popülist stratejidir. Carl Schmitt’in siyaset felsefesinin merkezinde duran “katechon” kavramı bu stratejiyi anlamlandırmak için düşündürücü bir perspektif sunar. Schmitt’in The Nomos of the Earth[5](Yeryüzünün Nomos’u) adlı eseri “katechon” kavramını, Avrupa’nın tarihsel ve hukuki düzeninin teolojik-politik kökenlerini açıklayan tartışma alanları yaratır. 1950 yılında yayımlanan bu kitap, II. Dünya Savaşı sonrasında küresel düzenin yıkılışına dair kapsamlı bir yaklaşım ve yeni dünya düzeni için beklentilerini sunar.

“Katechon” terimi, Schmitt’in düşüncesinde teoloji ve siyasal-hukuki açıdan merkezî bir konuma sahiptir. Katechon, etimolojik olarak Yunanca “alıkoyan” veya “engelleyen” anlamına gelir ve kaynağını Yeni Ahit’ten Pavlus’un Selanikliler Mektubu’ndaki (2: 6-7) bir bağlamdan alır. Teolojik anlamda Katechon, Kıyamet’in ve Deccal’in (Anti-christ) nihai zuhurunu geciktiren, erteleyen güç veya kişi anlamına gelir.[6] Katechon’un işlevi bir düzenin varlığını, nihai bir kaosa sürüklenmekten koruma çabasıdır. Siyasal düzenin devamlılığını ve istikrarını sağlayan geçici bir düzenleyici güç olarak Katechon, çağdaş siyasi düşüncede de oldukça önemlidir. Schmitt, Hıristiyan çağını, İsa’nın ilk gelişi ile ikinci gelişi arasındaki bir bekleyiş dönemi olarak görürken, seküler siyasi güçlerin sonsuz dünyevi aralıklar yaratarak bir Katechon işlevi gördüğünü ifade eder.[7] Katechon’un kararverici eylemi, sonu erteleyen istikrar sağlama eylemi olarak yeniden kavramsallaştırılır.[8]

Katechon’un tarihsel tezahürünün derinliklerini atlayarak Schmitt’in modern siyasetin temel sorunlarına yönelik eleştirisi ve bu bağlamda Katechon kavramının nasıl işlev gördüğü tartışılabilir. Schmitt, teoloji, ahlâki hümanizm, ekonomi ve teknoloji gibi modern çağın birçok alanındaki nötralizasyon ve depolitizasyon süreçlerinden bahseder. Bu nötralizasyon ve depolitizasyon olarak teşrih edilen unsurların içerisinde en kritik ve nihai aşamalarından biri de liberalizmdir. Schmitt liberalizmin düşünsel temelini, kesin bir sonuçtan feragat etmeyi gerektiren karardan kaçınma eğiliminde olduğunu ifade eder. Metafiziksel bir sistem olarak liberalizm:

Çıkarların sosyal armonisi ve refahın maksimizasyonunun genelde yalnızca bireyler arasındaki serbest ticari rekabet, sözleşme ve ticaret yapma özgürlüğü ve hür teşebbüs ilkelerinden kendiliğinden doğacağı yolundaki ekonomik çıkarsamayı tartışmak âdet edinilmiştir. Ancak tüm bunlar yalnızca genel liberal prensibin hayata geçirildiği hallerdir. Rekabetin uyumu kendiliğinden doğuracağını iddia etmekle, hakikatin fikirler arasındaki mücadele sonucu ortaya çıkacağını iddia etmek kesinlikle aynı şeydir. Bu düşüncenin özü de salt, fikirler arasındaki ebedi rekabet işlevine dönüşmüş olan hakikat ile spesifik bağıntısında yatmaktadır. Bu, hakikate ulaşmak yerine, kesin bir sonuçtan vazgeçmek anlamına gelir.[9]

Yukarıdaki alıntıdan anlaşılacağı üzere Schmitt, liberalizmin tartışmayı mutlaklaştırmasının siyasetteki dost/düşman ayrımını gizleme çabası olduğunu düşünür. Schmitt’e göre uluslararası hukukun temelini egemen devletlerin ortaya çıkışı oluşturur. Egemen devletler arasındaki ilişki savaşı bir hukuk kurumuna dönüştürür ve tarafların birbirlerini eşit düşman (Justus Hostis) olarak tanıması prensibine dayanır.[10] Bu öyle bir değişimdir ki, Ortaçağ’ın haklı savaş (justum bellum) doktrinini, yani düşmanı suçlu olarak görme meylini medenileştirdiğini savunur.[11] Ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru modern ekonomik ve teknolojik güçlerin gelişimiyle beraber devletlerarası hukuk düzeni gerilemeye başlar. Özellikle I.........

© Birikim