menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Tribünlerde antifaşist çizgi: Başka bir futbol mümkün mü?

12 1
26.12.2025

Futbol çoğu zaman milliyetçilik, patriyarka ve şiddetle özdeşleştirilen bir alan olarak görülse de, dünyanın farklı yerlerinde bu tabloyu zorlayan, tribünü ve oyunu politik bir müdahale alanına dönüştüren deneyimler de var.

Söz konusu örnekler futbolu “temiz” ya da çelişkisiz bir alan olarak değil, mücadeleyle dönüştürülebilen bir zemin olarak ele alıyor.

Almanya’da St. Pauli, antifaşist ve kuir dostu tribün kültürünün kulüp kimliğini etkileyebildiğini gösteren en bilinen örneklerden biri. İskoçya’da Celtic taraftarlarının Filistin’le dayanışmayı İrlanda’nın sömürgecilik karşıtı hafızasıyla birlikte tribünlere taşıması, futbolun tarihsel ve politik belleğe açılabileceğini ortaya koyuyor.

Benzer biçimde İtalya’da Livorno’nun sol ve antifaşist tribün geleneği, İspanya’da Rayo Vallecano taraftarlarının mülteci dayanışması ve ırkçılık karşıtı eylemleri, Yunanistan’da AEK Atina ve Panathinaikos tribünlerinde yükselen faşizm karşıtı pratikler, futbolun aşırı sağın doğal alanı olmadığını gösteren başka örnekler.

Endüstriyel futbola karşı antifaşist ve kuir-feminist bir futbol alanı yaratma hedefiyle 2023’te yola çıkan Futbolun “Q” Hali’nin kurucusu Atakan Rosa ile tribünlerde Kürt siyasetçi Leyla Zana üzerinden başlayan cinsiyetçi-ırkçı saldırıları ve tribünlerin dönüşümünün mümkün olup olmadığını konuştuk.

Amedspor örneği üzerinden baktığımızda, Kürt kimliğinin tribünlerde sistematik biçimde hedef hâline gelmesi size ne söylüyor? Leyla Zana’ya yönelen saldırılarla bu tablo arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

Futbol sahalarında özellikle Kürt kimliğini hedef alan saldırılar, devletin ırkçı ve militarist politikalarının topluma nasıl empoze edildiğinin somut bir göstergesi. Devlet, kontrolü altındaki tüm kurumlarda bu politikayı nasıl yürütüyorsa, futbolu da araçsallaştırılmış bu yapılardan ayrı düşünmemek gerekiyor.

Bu süreçte özellikle Leyla Zana’ya cinsiyetçi söylemlerle saldırılması tesadüf değil. Kürt Özgürlük Hareketi’nin sembolik isimlerinden Zana’nın 90’lı yıllarda Mecliste yaptığı Kürtçe konuşmanın, şovenist çevreleri rahatsız etmeye devam ettiğini düşününce buradan açıkça Zana üzerinden Kürt halkının mücadelesi ve barış sürecinin hedef alındığı ortaya çıkıyor. Tüm bu tablo ise militarizmin, ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin nasıl kesiştiğini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Antifaşist bir futbol savunucusu olarak bu saldırıları hangi politik ve toplumsal bağlam içinde değerlendiriyorsunuz?

Hafızamızı tazelediğimizde bu şiddet sarmalının boyutları daha net görülecektir: 10 Ekim 2015’te arkadaşlarımız IŞİD tarafından katledildikten sadece üç gün sonra Konya’da oynanan maçta, anma esnasında tribünlerden yuhalama ve “Ya Allah, Bismillah, Allahu ekber” seslerinin yükselmesi ve bundan 10 yıl sonra yine aynı tribünlerde barış süreci özelinde Abdullah Öcalan’a karşı yükselen küfürlü tezahüratlar, bu toplulukların çatışma kültüründen nasıl beslendiğinin göstergesi.

Bursaspor taraftarları, 2006 yılında kentte yapılmak istenen ilk Onur Yürüyüşü’ne de saldırarak “Trolara ölüm” sloganları atmıştı. Tüm bu saldırılar, tribünlerin egemen ideolojinin en kolay örgütlendiği alanlardan biri olduğunu gösterirken militarizm, ırkçılık ve cinsiyetçiliğin birbirinden ayrılamaz bir bütün olduğunu doğrular nitelikte.

İşin en ironik boyutu, tüm bu pratiklerin “muhalefet” maskesi altında sergilenmesi. Oysa bu eylemler toplumsal barışın karşısında, mevcut egemen anlayışı tahkim eden birer statüko koruyuculuğu. Örneğin, bir sanayi kenti olan Bursa’da taraftar gruplarının; çocuk işçiliğinin yasal kılıfı haline gelen MESEM’lere ya da açlık sınırının altında kalan asgari ücrete dair tek bir itiraz yükselttiği görülmemiştir. Geldiğimiz noktada ise kentteki kuraklığın ve su krizinin sorumlularından biri olan bir meşrubat şirketine, sadece sponsorluk ilişkileri nedeniyle siper olunuyor.

Benzer şekilde; 6 Şubat depremleri sırasında Ümit Özdağ’ın başlattığı mülteci karşıtı dezenformasyonlarla “insanları koruma” kılıfı altında mülteci avına çıkan kitleler, sıra deprem suçlularının aftan yararlanmasına zemin hazırlayan yargı paketlerine veya geniş çaplı hak gasplarına geldiğinde derin bir sessizliğe gömülüyor.

Futbol tribünleri ve futbol kamuoyu, cinsiyetçi ve ırkçı dili neden bu kadar kolay yeniden üretebiliyor?

Tekrara düşmek istemiyorum; ancak devlet nasıl ki eğitim, hukuk vb. gibi araçları elinde bulundurup egemen ideolojiye göre kullanıyorsa açık bir şekilde futbolu da aynı şekilde kullanıyor. Özellikle futbol kurumlarının bu dile karşı önlem almak yerine, bu söylemleri besleyen bir pozisyonda durması ve “Öleceksek adam gibi öleceğiz, kadın gibi yaşamayacağız. Bizi kadın gibi yaşatmaya kimsenin gücü yetmez” gibi sözleri olan birinin Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) başkanı olabilmesi maalesef söylediklerimi onaylar bir yerde.

Elbette caydırıcı olmayan ceza politikaları da söz konusu. Leyla Zana’ya söylenen cinsiyetçi söylemler için TFF’nin Bursaspor’a verdiği 16 bin TL’lik ceza, bunun bir örneği. Tüm bunlar tribünlerde nefret söylemlerinin normalleştirilmesine ve yeniden üretilmesine zemin oluşturuyor.

Futbolun yönetim mekanizmaları bu söylem ve saldırıları “futbolun doğasında/kültüründe var” diyerek normalleştiriliyor. Saldırgan kitlelerin sadece “birkaç kızgın holigan” veya “serseri grubu” olarak yaftalanıp geçiştirilmesi, asıl tehlikeyi perdeliyor. Dahası, bu topraklardaki pek çok katliam ve hak ihlalinde olduğu gibi, tribündeki bu şiddet sarmalı da “vatanı........

© Bianet