Masum sayılma hakkı
Masum; suçsuz, günahsız demektir. Masumiyet, masumluktur.
Masun; korunan, korunmuş olandır. Masuniyet, korunmuş olma durumu, dokunulmazlıktır.
Masumiyet hakkı; sözlükten çıkarıp yaşama geçirmenin çok zor olduğu zamanlarda en çok kullanılan ve baskı dönemlerinde en çok korunması gereken haklar içindedir.
1978’den beri Amerika Birleşik Devletleri’nde kurulu İnsan Hakları Avukatlar Komitesi Mart 2000’de “Adil Yargılanma Hakkı Nedir / Yasal Standartlar ve Uygulamaya Yönelik Temel Rehber” yayımlamıştır.
Bu rehberin Giriş bölümünde yer alan tanıma göre; adil yargılanma hakkı, kişileri en önemlisi yaşama hakkı ve kişi özgürlüğü olan temel hak ve özgürlüklerin hukuka aykırı ve keyfi olarak kısıtlanmasından veya bunlardan yoksun bırakılmasından korumayı ifade eden uluslararası insan hakları hukukunun bir normudur.
Bir yargılamanın hakkaniyete uygun olan koşulları hakkındaki ilkeler sayısızdır, sürekli değişiklik göstermekte ve değişmektedir. Devletlerin taraf olduğu insan hakları hakkındaki sözleşmelerde yer alan “yükümlükler” ayrıca adil yargılanma hakkını düzenleyebilir.
Rehberde; yargılamanın adilliğini değerlendirirken kullanılan standartların yasal normlarla değerlendirilmesinin olanaklı olduğu belirtilmiştir.
Bu normları şöyle sıralayabiliriz: İlki, yargılamanın gerçekleştirildiği ülkenin kanunlarıdır. Ardından ülkenin tarafı olduğu ulusalüstü sözleşmeler gelir. Sonuncusu geleneksel uluslararası hukuk normlarıdır.(1)
Özü itibariyle; adil yargılanma hakkının en önemli ilkelerinden birisi “masumiyet karinesidir”.
Masumiyet karinesini düzenleyen ulusalüstü sözleşmelerin tanımları bu hakkın ne kadar önemli olduğunu gözetmiştir. Ulusalüstü sözleşmelerde yer alan “masum sayılma” temel insan hakkı ilkesi olarak kabul görmüştür. Sözleşmelerde “masumiyet” ve “korunması” sürekli yer almıştır.
10 Aralık 1948 tarihli Evrensel İnsan Hakları Bildirisinin 11. Maddesine göre; “1. Kendisine bir suç isnat edilen herkes, savunması için gereken tüm güvencelere sahip kılındığı açık bir yargılama ile kanun uyarınca suçlu olduğu kanıtlanana dek masum sayılma hakkına sahiptir.”
4 Kasım 1950 tarihli İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesi’nin 6 ıncı maddesinin 2. Fıkrasına göre; “Kendisine bir suç isnat /(itham) edilen her kişi, yasa uyarınca suçluluğu kanıtlanana dek masım sayılacaktır.”
16 Aralık 1966 tarihli Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 14. Maddesinin 2. Fıkrasına göre; “Kendisine suç isnat edilen her kişi, yasa uyarınca suçluluğu kanıtlanana dek masum sayılma hakkına sahiptir”
21.11.1969 tarihli Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 8 fıkra 2’de “Bir suç isnat edilen her kişi, yasaya uygun olarak suçluluğu kanıtlanmadığı sürece masum sayılma hakkına sahiptir.” ilk cümle olarak yer almıştır. (M. Semih Gemalmaz. Ulusalüstü İnsan Hakları Hukuku Belgeleri Cilt 1 ve 2. Legal Yayınları. 2010)
Daha birçok insan haklarına dair belgelerde yer alan masumiyet karinesi adil yargılanma hakkının temel unsurudur. Bu unsur bir hâkimin sanığın suç işlediği hakkındaki bir ön yargıyla duruşmaya girmesini engeller.
Suçu ispat yükü suçlayan, itham eden, suç isnat eden iddia makamına ait yükümlülüktür.
Her türlü şüphe; üzerine suç atılan şüpheli veya sanık lehine yorumlanacaktır.
Ceza muhakemesinde ispat yükü bakımından en önemli ilkelerinden biri olan “in dubio pro reo” yani “kuşkudan sanık yararlanır” ilkesi geçerlidir. Sanığın bir suçtan cezalandırılması için suçun kuşkuya yer vermeyen bir kesinlikle ispat edilmesine bağlıdır.
İspat yükünün ters çevrilmesi masum sayılma ilkesinin ihlalidir. Eğer sanık susarsa; bu suskunluktan haksız sonuçlar çıkarılamaz ve/veya susmuştur o halde suçludur denilemez.
En önemli sonuçlardan birisi şudur: Masumluk karinesinin muhatapları tüm devlet organlarıdır, devlettir. Devletin, önceden kişileri mahkûm eden medya haberlerini, yorumlarını durdurma görevi vardır.
Yargılanan ve üzerine suç atılan herkes; savunmasında veya hakkındaki suçlamaya yanıtında kendisini suçlayanları yargılamaktadır. Bu sonuç adil yargılanma hakkının ve masum sayılma hakkının en önemli sonucudur.
AİHM, Allenet de Ribermont / Fransa (1955) davasında masumiyet karinesinin ihlal edildiğine karar vermiştir. Başvurucu polis tarafından gözaltına alınmıştır. Bu kişi artık “hakkında suç isnadı bulunan” kişidir ve masumiyet karinesinden yararlanma hakkı doğmuştur. Başvurucu gözaltına alındıktan iki gün sonra Fransız polisinin üst düzeydeki iki görevlisi basın toplantısı düzenlemişlerdir. Gözaltındaki kişiyi (başvurucu) cinayeti azmettiren kişi olarak ve suç ortağı olduğu iddiasıyla kamuoyuna tanıtırlar. AİHM, basın toplantısında kullanılan ifadeler başvurucunun suçlu olduğuna dair ifadeler olduğu için ihlal kararı vermiştir.(2) Eski Bakan Jean de Broglie’yi öldürmekten açılan ceza davasıyla ilgili bir televizyon röportajında yüksek düzeydeki iki devlet memuru Fransız İçişleri Bakanının huzurunda, tereddütsüz bir biçimde Başvurucu / şikayetçiyi suçun azmettiricisi olduğunu ileri sürerek suçlamaları AİHM tarafından madde 6/2'de yer alan masumluk karinesinin ihlali kabul edilmiştir.
Yargılamanın bütün aşaması AİHS’nin 6/2 maddesindeki masumiyet karinesinin gözetimi altındadır. AİHM’nin Minelli/İsviçre davası masum sayılma ilkesinin önemli kararlarındandır.
Bu davada başvurucu bir gazetecidir. Gazetede yayımlanan bir yazısında hakaret iddiasıyla suç duyurusunda bulunulmuş ve hakkında ceza davası açılmıştır. İsviçre Hükümeti AİHM önündeki savunmasında bu davada hakaret suçunun şikâyete bağlı olduğunu ve bunun insan onurun korunmasıyla ilgili medeni hak olduğundan başvurucunun masumiyet karinesinden yararlanamayacağını ileri sürmüştür. İç hukukta, bu davada ceza yargılaması yasal zamanaşımı süresinin dolması nedeniyle durma kararı verilmiştir. Yerel mahkeme, eğer zamanaşımı olmasaydı başvurucu gazetecinin muhtemelen mahkûm edileceğine dayanarak mağdur tarafından talep edilen tazminatın ve soruşturma aşamasındaki giderlerin başvurucu tarafından ödenmesine karar vermiştir. AİHM tazminat ve dava masraflarının yüklenmesiyle ilgili bu karar nedeniyle Minelli/İsviçre (1983) kararında masumiyet karinesinin ihlaline karar verdi. Zürich Ağır Ceza Mahkemesi kararında Minelli’ye mahkeme giderlerini yüklerken “pek muhtemel mahkûm olmalıydı” gibi bir gerekçeye yer vermesi yüzünden Minelli’nin suçlu olduğu görüşünün kararda yer alması nedeniyle AİHM, Sözleşme Madde 6/2'de yer alan masum sayılma hakkının ihlaline karar vermiştir.
Ceza davalarının haberleştirilmesi ifade özgürlüğü ve masum sayılma hakkı bakımından sorun üretiyor. Yargı sürecinde yapılan işlemler, soruşturma aşamasındaki bilgiler ve bu bilgilerin yorumlanması, habere dönüştürülmesi aşamalarındaki tarafgirlik sürekli sorun çıkarmakta ve kişilerin masum sayılma hakkı ihlalleri çoğalmaktadır.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin 10 Temmuz 2003 tarihli toplantısında kabul ettiği “ceza kovuşturması ile ilgili haberlerin medya aracılığı ile verilmesi” hakkındaki tavsiye kararı gazeteciler için önemli bir kaynak ve yol gösterici rehber ilkeler içermektedir.
AİHS’nin 6. ve 8. maddelerinde yer alan masumiyet karinesi, adil yargılanma hakkı ve özel ve aile yaşamın korunması gibi haklar demokratik toplumlarda saygı gösterilmesi gereken haklardır.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin “(2003)13 numaralı Bakanlar Komitesinin üye devletlere Ceza kovuşturması ile ilgili haberlerin medya aracılığı ile verilmesi hakkında tavsiyesi” medyanın cezai sürece erişiminde ve haberleştirilme faaliyetinde önceki tavsiye kararlarını hatırlatıyor. Bu kararların başında “(1974) Kişinin basın karşısında cevap hakkı ile ilgili 26 numaralı ilke kararı”, “(1985) 11 nolu ceza hukuku ve ceza usulü hukuku çerçevesinde mağdurun durumu hakkında tavsiye kararı”, “(1997)13 nolu tanıklara göz dağı vermek ve savunma hakkı tavsiyesi” ve “(1997) 21 nolu medya ve hoşgörü kültürünün desteklenmesi hakkında tavsiye” kararları gelmektedir.
Aslında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi ceza kovuşturması ile ilgili haberlerin medya aracılığı ile verilmesi hakkındaki 10 Temmuz 2003 günlü tavsiye kararının “üye devletlerce ifade özgürlüğünün korunması sağlamak üzere yürürlüğe koyduğu standartları sınırlandırma amacında olmadığını” ayrıca hatırlatmıştır.
“Rec(2003)13 numaralı tavsiyeye ek” olarak “medya aracılığıyla ceza kovuşturmasına ilişkin haberlerin verilmesinde uyulması gereken ilkeler” arasında en önde “masumiyet karinesi” yer alıyor:
2. İlke - Masumiyet Karinesi
Masumiyet karinesi, adil yargılanma hakkının ayrılmaz bir parçasıdır. Bu yüzden, söz konusu ceza kovuşturması ile görüş ve haberlerin verilmesi ya da yayılması yalnız şüpheli ya da tutuklu kişinin masumiyetine zarar vermediği halde hayata geçirilebilir.”
Diğer yandan “Ceza Kovuşturmasıyla ilgili olarak şahsi hayatın dokunulmazlığının korunması” başlığı altında; “Şüpheli, tutuklanan ya da mahkûm olmuş kişiler ya da ceza kovuşturmasının diğer tarafları hakkında haberlerin verilmesi, sözleşmenin 8. maddesinde korunan şahsi hayatın dokunulmazlığını bozmamalıdır. Reşit olmayanlar ya da diğer zayıf olan taraflar, zarar gören, tanıklar ve şüpheli, tutuklu ya da mahkûm olmuş şahısların aile üyeleri özellikle korunmalıdır. Bütün bu hallerde, kimliğini belirli kılan haberlerde bu ilkede gösterilen kişilere zararlı etki gösterebileceği dikkate alınmalıdır (İlke 8).”
Gazeteciler; haberlerinde şüpheli ve tutuklanan kişilerin haklarının gözetilmesini ve adil yargılanma haklarının korunmasını sağlamalıdırlar. Bu kişiler hakkında mahkemeler tarafından yargılanan kişi hakkında hüküm / karar verilene ve kesinleşinceye kadar geçen süreçte; suçlama hükmen sabit oluncaya kadar kimsenin suçlu sayılamayacağını dikkate almalıdır.
Gazeteciler; zarar görenlerin, şikâyetçilerin, şüpheli ve sanıkların, mahkûm olmuş kişilerin ve tanıkların; özel yaşamlarının AİHS’nin 8. maddesi ile korunan haklarına, -kamuoyu ilgisini doğuran bilgiler saklı kalmak koşuluyla- özel hayatın dokunulmazlığına saygı göstermelidir.
Mahkemeler; hakkında suç isnadı olan kişilerin haklarının gözetilmesini ve adil yargılanma haklarının korunmasını sağlamalıdırlar.
Savcılar ve yargıçlar ister tutuklu ister tutuksuz, şüpheli veya sanık olsun yargılanan her kişi hakkında hüküm kurulana ve karar kesinleşinceye kadar yargı sürecinin her aşamasında suçlama hükmen sabit oluncaya kadar, kimsenin suçlu sayılamayacağını gözetmek ve herkesin masum sayılma hakkını korumak zorundadır. Tersine her karar, her davranış hakkın ihlali demektir.
Hakkında suç isnadı olan, itham edilen ve yargılanan her kişi; yargılar!
Dipnotlar:
(1) Adil Yargılanma Hakkı ve Ceza Hukuku – 6. Seçkin yay. 2004 sayfa 360.
(2) İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar. Prof. Dr. Osman Doğru – Dr. Atilla Nalbant. Legal Yay. 2012. Sy 642.
(Fİ/NÖ)
Eğitim ile yapay zekâ temelli teknolojik imkânların birlikte düşünülmesi, anadili tartışmalarının yükseldiği bu süreçte oldukça elzem. Anadilinde eğitim konusunda teknolojik ve siyasal gelişmeler bakımından zengin bir deneyim sunan Sovyetler Birliği’nin ilk dönemine bakmak, birçok açıdan bize fikir verebilir. Bu yazının iddiası şudur: Anadilinde eğitim ancak toplumsal güç ilişkileri demokratikleştiğinde kalıcı olur. Yapay zekâ, son yıllarda diller arasındaki mesafeyi kısaltan, sınırları aşan ve kültürel üretimin yeni biçimlerini mümkün kılan bir teknolojik eşiğe dönüştü. Ancak bu dönüşüm, her dil için eşit sonuçlar yaratmıyor. Devletli diller, kurumsal destek ve geniş dijital arşivler sayesinde yapay zekâ ekosistemine hızla entegre olurken; devletsiz diller ise bu sürecin dışında kalma riskiyle karşı karşıya.
Bu durumun çözümü yalnızca teknolojinin kendisinde değil, teknoloji ile toplumsal koşullar arasındaki ilişkide saklı. Çünkü yapay zekânın sunduğu imkânlar, toplumsal ve siyasal alanda karşılığı olmayan diller için belirli bir sınırın ötesine geçemiyor. Devletsiz dillerin geleceği; dijital arşivlerin oluşturulmasından eğitim politikalarına, kültürel üretimden gündelik yaşamdaki kullanım pratiklerine kadar geniş bir alanda yeniden düşünülmeyi gerektiriyor. Yani, toplumsal ilişkilerin demokratikleşmesi üzerine kurulmuş bir eğitim anlayışı, teknolojik imkânların da doğru kullanılmasının önünü açar. Agos’ta yayımlanan üç yazıda[1] anadili-teknoloji ilişkisinin teknik boyutunu da tartışmıştım; bu nedenle Sovyetler Birliği deneyimine dönüp bakmak bugün kaçınılmazdır.
Bu, eğitimin kendisinin de demokratikleşmesini gerektiriyor. Sovyetler Birliği bu anlamda bir deneyim taşımaktadır: Neleri ne ölçüde yaptığıyla, nerede neyi eksik bıraktığıyla bize bir tecrübe bırakmıştır. Teknolojinin bu kadar yaygınlaştığı bugünkü dönem ile 1920’lerin Sovyetler Birliği’ni karşılaştırmak, ilk bakışta zor ve hatta anakronik görünebilir. Ancak o dönemde de, kendi bağlamı içinde benzer bir “teknolojik sıçrama” yaşandığını unutmamak gerekir. Kitapların matbaalarda kitlesel olarak basılabilmesi, radyonun gündelik yaşama girmeye başlaması, araba, tren ve kamyon sayısının artması, sinema salonlarının çoğalması, gazetelerin basımı ve dağıtımının ülkenin dört bir yanına yayılması gibi adımlar, dönemin dünyası için son derece önemli imkânlar sağlıyordu. Tüm bu teknolojik araçların eğitim alanında nasıl kullanıldığı, hangi içeriklerle ve hangi sınırlamalarla dolaşıma sokulduğu sorusu, bugün yaptığımız tartışmalar açısından da yol gösterici niteliktedir. Bu teknolojik adımların verimliliğinin ya da kullanım biçimlerinin siyasal ilişkilerin çemberinde kaldığını da unutmamak gerekir.
Konunun önemini anlamak için ilk başta Türkiye’ye bakmak gerekiyor. 2024-25 verilerine göre Türkiye’de zorunlu eğitim çağında olmasına rağmen yaklaşık 1,47 milyon çocuk örgün eğitim dışında bulunuyor.[2] TÜİK’e göre 2010 verilerinde nüfusun yüzde 10’u okuryazar değil ve okuryazar olmayanların yüzde 84’ünü kadınlar oluşturuyor[3]; bu da eğitimde cinsiyet farkının hâlâ kapanmadığını gösteriyor. Bir de bu oran, anadiline gelince son derece düşük seviyede.
Sovyetlerin ilk olarak karşılaştığı eğitim meselesi okuryazarlıktır. 1917 Devrimi sonrasında Sovyet toplumu, geniş bir coğrafyaya yayılmış milyonlarca köylü ve işçiden oluşan, düşük okuryazarlık oranlarına sahip heterojen bir nüfusa dayanıyordu. 19. yüzyıl itibarıyla okuryazarlık oranı Rus İmparatorluğu genelinde oldukça düşüktü; 1897 sayımına göre yetişkinlerin yalnızca beşte biri okuryazardı. Bu durum, Sovyet yöneticileri açısından devrimin kaderiyle yakından ilişkili kabul edildi. Lenin’in yazılarında okuryazarlık, siyasal hayata katılımın ve hatta devlet aygıtının işleyebilmesinin temel koşulu olarak tanımlandı. Lenin, temel devlet işlerinin bile “okuryazar herhangi bir kişi” tarafından yapılabileceğini yazarken, okuryazarlığın kazanılmasını devletleşme ve işçi sınıfının yönetim kapasitesiyle doğrudan ilişkilendirdi. Dolayısıyla eğitim politikası, devrimle birlikte yalnızca toplumsal eşitlenmeyi sağlayacak bir araç değil, sosyalist demokrasinin işlemesinin zorunlu altyapısı olarak ele alındı.
Bu perspektif doğrultusunda 1918’de Halk Eğitim Komiserliği kuruldu ve Lenin’in imzasıyla 1919’da “cehaletin ortadan kaldırılması” kararnamesi çıkarıldı. Bu belgeyle 8-50 yaş arasındaki herkesin okuma-yazma öğrenmesi zorunlu kılındı. Likbez Komisyonu (okuryazarlığın tasfiyesi komisyonu) kuruldu ve 1920’lerde ülke çapında binlerce okuma-yazma merkezi açıldı. Clark’ın sendikal eğitim üzerine yaptığı çalışmada görüldüğü üzere, 1923-1927 döneminde yalnızca sendikalar bünyesindeki kurslara yüz binlerce işçi katıldı. Glushchenko’nun bulguları 1920-1928 arasında 8,2 milyon kişinin likpunkty merkezlerine devam ettiğini gösterir. Bu merkezlerde gündüz vardiyalarından saatlik ücretli izin uygulaması yapılmış, işçiler için ücretsiz eğitim sağlanmıştı. Bu dönemde okuryazarlık kampanyası, ekonomik zorunluluktan ziyade siyasal ve kültürel bir görev niteliğindeydi. Tarihçi Ben Eklof şöyle diyor: “22 yıl içinde (1917–39) Sovyetler Birliği’nin, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın en az yüzyılda başardığını yakaladığı sonucu...”[4]
Lenin döneminde eğitim, toplumsal yapının bütün alanlarını kapsayan geniş bir kültürel dönüşüm programıyla bağlantılıydı. Sheila Fitzpatrick’in ayrıntılı incelemesine göre[5] ilk yıllarda pedagoji alanında büyük bir deneycilik hâkimdi. Okullarda klasik sınav sistemi kaldırılmış, ders kitapları azaltılmış, karma derslikler teşvik edilmiş, öğrencilerin okul yönetimine katılımı sağlanmıştı. “Birleşik Emek Okulu” modeli doğrultusunda eğitim, çocukların hem zihinsel hem bedensel faaliyetlerini birleştirmeyi amaçlıyordu. Bu bağlamda politeknik eğitim kavramı ortaya çıktı; öğrencinin üretim süreçlerine yalnızca gözlemci olarak değil, faal katılımcı olarak dâhil edilmesi benimsendi.
1920-22 arasında okuma-yazma kampanyalarına katılanların çoğunluğu kadındı; öğrencilerin yarıdan fazlası kadınlardan oluşuyordu. Ancak birkaç yıl içinde tablo tersine döndü ve 1923-24 dönemine gelindiğinde kadınlar kurslardaki toplam öğrenci sayısının üçte birinden bile azını oluşturur hâle geldi. Buna rağmen ilerleyen yıllarda oran yeniden toparlandı ve on yılın büyük bölümünde kadın-erkek dağılımı tekrar dengelendi. Bu dengelenme yine de yetersizdir; çünkü okuma-yazma bilmeyenlerin çoğunluğu kadındır.
1918 Sovyet Aile Yasası’nın en önemli........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Daniel Orenstein
Beth Kuhel