menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Sokak kütüphaneleri: Avrupa’nın en sakin kamusal alanı

16 1
22.11.2025

Avrupa şehirlerini adımlarken, hemen bir sokak başında, bir park içinde, bazen de bir nehrin kıyısında sevimli bir kütüphane yoluna çıkabilir. Edebiyat, çocuk kitapları, tarih, ekoloji, teoloji, yemek kitapları...

Ne ararsan bulamazsın elbette, ancak hiç beklemediğin güzel süprizlere de açıķ kalmak en iyisi. En çok da çocuk kitapları dikkatimi çeker. Kendi çocukluğumdan itibaren sevdalandığım kitap kokularına bu şekilde denk gelmek insana çok iyi geliyor. Bazen kitaplar arasında çocuklar ve de hep çocuk kalanlar için resim yapma paletleri, boyalar...

Eski zamanlarda kalan resimler, tablolar, gökkuşağı renklerinden papyonu ile bir peluş ayı yavrusu, müzik CD ve DVD'leri, filmler...

Birde o kütüphanelerin önünden geçen insanların yüz ifadeleri vardır; kimisi merakla eğilir, kimisi çekingen bir tebessümle kapağı aralar, kimisi ise eline aldığı kitabın sayfalarında bir anlığına kaybolur, yanındaki köpeğine dikkat keserek. Her biri küçük bir hikâyeye dönüşür orada. Bazen bir annenin çocuğuna yüksek sesle okuduğu birkaç satır yankılanır, bazen yaşlı bir adamın elinden düşmeyen sararmış bir roman, geçmişle bugünün arasında bir köprü olur. Sokak kütüphaneleri, kimsenin kimseden izin almadığı, sessiz bir dayanışma alanıdır aslında — okumanın, paylaşmanın ve anı biriktirmenin en mütevazı hâli.

Bir başka gün aynı kütüphanenin önünden geçtiğinde, bıraktığın kitabın yerinde bir başkasını bulursun. Belki senin kitabını biri almış, belki de o kitabın yeni bir evi olmuştur; tıpkı senin bir gün tesadüfen eline geçen bir kitabın sana yaptığı gibi, bir başkasına da iyi gelmiştir. İşte bu döngü, Avrupa’nın soğuk taş, beton sokaklarında bile insanın içine sıcaklık veren o görünmez ağı örer: kitapların diliyle kurulan dostluk, sessiz ama kalıcı bir bağdır.

Sabah henüz güne uyanmamışken, küçük kasabam Tardets’te çekirdek ailem Merdo ve Uméa’yı ¹ uykunun sıcaklığına bırakarak çıktığım uzun yolculuğun ilk durağı Bayonne’da, beni bir tablonun içinden taşan sıcak renklerle karşılayan bir gökyüzü karşıladı. Koyu maviden kehribara, turuncudan altın sarısına uzanan o geniş göksel yayılım, içimde taşıdığım umutla buluşup yüzümde bir tebessüme dönüştü; barışın renkleri tam da böyle bir sabahın içinden yükseliyor olmalıydı.

Suyun yüzeyine kusursuzca yansıyan bu ışık, yolculuğumun hem başladığı yeri hem de vardığım her yerde yeniden kurduğum iç dengeyi hatırlatırken, sessiz şehir siluetleri barışın çağrısını bekler gibiydi. Ve şimdi, Kürtler bir kez daha barışı haykırmak için Köln’de buluşmaya hazırlanırken, aylardır emek veren hevallerimin heyecanı da tıpkı bu şafak gibi, karanlıktan sıyrılıp aydınlığa doğru akmaya hazır bir sel hâline geliyordu.

Bu uzun yolculuk için biraz önce geldiğim Bayonne'un sokaklarına karışmadan nehrin üzerindeki tarihi köprüden geçiyorum. Geçerken de telefomun not defteri bölümüne bunları yazıyorum. Köprüyü adımlarken, kentin suyla ve tarihle kurduğu ilişkiyi hissediyorsun. Adour Nehri, Pireneler'in orta kesimlerinde, Bigorre'da doğar. Campan Vadisi'nde çoğu Adour olarak adlandırılan akarsularla beslenir. İkibin metre yüksekte doğan Adour du Tourmalet ve Adour d'Arizes, Adour de Gripp'i oluşturmak üzere birleşir.

Adour Nehri boyunca uzanan taş köprülerin altından geçen sabah ışığı, hem eski bir Avrupa hikâyesine hem de bugünün ritmine dokunuyor. Tam da o anda bir köşe başında, nehrin kıyısında kırmızı beyaza boyanmış ahşap kütüphane ile bir kez daha yollarım çakışıyor: bir sokak kütüphanesi. İçinde birbirine benzemez kitaplar — bir çocuk masalı, bir şiir seçkisi, bir roman…

Sanki oradan geçen herkes kendi hikâyesinden küçük bir parça bırakmış. Bu minik kütüphaneler bana hep “paylaşmanın inceliği”ni hatırlatır. Kütüphaneler artık sadece duvarlar arasında değil; rüzgârın, yağmurun ve sabah serinliğinin içinde de nefes alıyor.

Elime eski bir çocuk kitabı alıyorum, kapağında renkleri solmuş bir balık resmi var. Sayfalarını çevirdikçe burnuma hafif bir rutubet kokusu karışıyor, ama o koku bana çocukluğumun kitaplarını, annemin ve kardeşlerimin sessizce dinledikleri gaz lambasindaki gece okumalarımı hatırlatıyor.

Bir an düşünüyorum; belki bu kitabı buraya bırakan da tıpkı benim gibi yollarda yazı yazan, başka bir şehirde çocukluğunu arayan biriydi. Avrupa’nın sokak kütüphaneleri biraz da bunun için güzel — kimseyi tanımadan, ama herkesle aynı duyguda buluşmak için. Bayonne’un sabahında o küçük kütüphanenin önünde, kitapların sessiz dostluğuyla gün biraz daha ısınıyor.

Kapağında iki erkek çocuğunun olduğu Alphonse Duadet'in ‘l'enfant espion’ kitabını usulca çantama indirip valizimi yerde sürüyerek yavaşça yürümeye devam ediyorum.

Nehrin üzerinde süzülen sabah sisiyle birlikte, içimde bir dinginlik hissi büyüyor. Her şehirde, her kütüphanede, her kitapta biraz kendimi buluyorum sanki. Yolculuk dediğimiz şey, bazen sadece bir yerden bir yere gitmek değil; insanın kendi içinde sessizce aldığı yollardan ibaret. Sokak kütüphaneleri, bu içsel yolculukların küçük durakları oluyor — bir kitabın kapağında, bir çocuğun çiziminde, bir yabancının el yazısında karşılaşmaların sıcak izleri kalıyor.

Belki bir gün, bir başkası bu satırları bir kütüphane kutusunun içine bırakır, benzer bir sabah yürüyüşünde eline alır, merakla sayfalarını çevirir. Kim bilir, belki de o kişi de kendi........

© Bianet