menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

İki dava bir kadın: Pınar Selek

28 21
21.10.2025

Dava insanı olmak, her şeyden önce kendi kişisel çıkarını değil, uğruna mücadele ettiği “dava”yı öncelikli görmek anlamına gelir. Fedakârlık, cesaret, süreklilik ve sabır gerektiren bir tavırdır. Günlük iniş çıkışlardan bağımsız olarak, uzun vadeli bir amaç için kararlı ve istikrarlı durmayı vurgular. Bu anlamıyla kişisel rahatlık, güvenlik ya da konforu geri plana iterek bir “dava” insanı olmanın adıdır Pınar Selek.

Pınar Selek, feminist, anti-militarist, barış yanlısı bir araştırmacı, akademisyen, aktivist ve yazardır. Onun için “dava” bütün bu yaptıkları ve yapmak istediklerinden hareketle kapatılmak istendiği bir mahkeme davası değil, militarizme, patriyarkaya ve ayrımcılığa karşı yürüttüğü yaşam boyu mücadeledir.

Akademik çalışmalarını, yazdıklarını, aktivizmini, gündelik hayata dair bütün koşuşturmalarını da bu davanın bir parçası kılıyor. Yani onun “dava insanı”lığı, barış, eşitlik ve özgürlük ideallerine adanmışlığın ta kendisidir. Bütün bunların turnusolu Türkiye’de halak ne yazık ki ‘Kürt Meslesi’dir.

‘Tek’lik üzerinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti ulus-devlet yapılanmasında Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Süryaniler, Rumlar başta olmak üzere, Türk ve Suni inancı dışındaki bütün etnik ve inançsal aidiyetler yok sayıldı. Cumhuriyet tarihi bu anlamda bir yanı ile bu halkların ve inançların yok sayılması üzerinden örgütlenen şiddet ile paralel yazıldı. Türk akademisi de buna suç ortaklığı yaptı. 1935-1936 yıllarında Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal desteğiyle Türk Dil Kurumu çevresinde geliştirilen ‘Güneş - Dil Teorisinin temel iddiası; “Yeryüzündeki bütün dillerin kökeni Türkçedir” oldu.

Böylece dilin etnik ve kültürel bir aidiyet değil, “ulusun birliği”nin aracı olarak görülmesi, Kürtlerin varlığını “dilsel sapma”ya indirgedi. Cumhuriyet’in erken döneminde yasaklanan Kürtçe yayınlar, isimler ve eğitim hakkı, bu teorinin yarattığı “tek dil–tek ulus” paradigmasının doğrudan uzantısıydı. Güneş-Dil Teorisi, bu anlamda yalnızca Türk dilinin yüceltilmesi değil, Kürtçenin silinmesi projesinin de ideolojik altyapısını oluşturdu. Bu anlamıyla Türkiye’deki üniversitelerin özellikle de sosyal bilimin en temel amaçlarından birisi bu inkar/yok sayma politikalarının meşrulaştırılması oldu.

Türk resmi tarih yazımı ve akademisi, kuruluşundan bu yana devletin kurucu ideolojisinin bir uzantısı olarak şekillenmiş, dolayısıyla derin bir militer karakter taşımıştır. Cumhuriyet’in erken döneminden itibaren tarih, “ulusal birlik” ve “milli güvenlik” kavramlarının hizmetine sokulmuş; geçmiş, ordunun kurucu rolünü yücelten bir kahramanlık anlatısına dönüştürülmüştür. Bu yaklaşım, Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve Aleviler gibi farklı toplumsal kesimlerin tarihsel deneyimlerini dışlayan, tekçi bir ulus tahayyülünü pekiştirmiştir.

Akademi ise bu resmi söylemin yeniden üretildiği bir alan olarak, askerî vesayetin ideolojik meşruiyetini sağlayan bilgi üretim merkezine dönüşmüştür. Böylece eleştirel tarihçilik ve alternatif hafıza çalışmaları uzun süre “bölücülük” veya “devlet karşıtlığı” olarak damgalanmış; tarih bilimi, yurttaş yetiştirme projesinin bir aracı haline gelmiştir. Bu nedenle Türkiye’de tarih disiplini, yalnızca geçmişi anlatmaz; bugünü kontrol etmenin, kimlikleri tanımlamanın ve itaat kültürünü sürdürmenin bir mekanizması olarak işlemiştir.

Politik ve pratik duruşu ile Pınar Selek akademiye tam da bu noktada bir giriş yaptı. Birlinçli bir şekilde yanlış kurulan halkayı olması gerektiği gibi kurmak isterken hedef alındı. Devletin bütün araçları ile düşmanlaştırarak yok saydığı bir halkın derdi/dertleri ile konuşmaya başladığında devletin kırmızı çizgilerine de basmış oluyordu. Tıpkı Musa Anter, Hrant Dink gibi.

Pınar Selek’in devlet tarafından hedef alınmasının temelinde, onun “bilgi üretimi”ni iktidarın değil, toplumun hizmetine sunan bir çizgide kendisini kurmasında yatmaktadır. Türkiye’de sosyal bilimler, uzun süre boyunca devleti ve egemen ideolojiyi yeniden üreten bir aygıt olarak konumlandırılmıştır. Selek ise tam tersine, “makbul bilgi”nin dışına çıkarak, devletin “terör”, “güvenlik” ve “bölünme” gibi kavramlar üzerinden bastırdığı toplumsal hakikatleri görünür kılmak istedi.

Özellikle 1990’ların ortasında, Kürt meselesini, militarizmi ve erkek egemenliği bir arada sorgulayan saha araştırmaları yürütmesi, akademik alanın sınırlarını aşan politik bir cesaret eylemiydi. Devletin gözünde bu, yalnızca bir sosyolojik araştırma değil, “ulusal güvenliğe tehdit” olarak kodlandı. Dolayısıyla Selek, “tarafsız akademisyen” değil, hakikati ifşa eden bir fail olarak görülüp hedefe kondu. Patlayıcı bahanesiyle kurgulanan dava, aslında bir kadın araştırmacının hem epistemolojik hem de etik bağımsızlığının cezalandırılmasıydı.

Pınar Selek yıllardır süren haksız bu dava ile, ağır cezalar ve sürgün koşullarıyla karşı karşıya bırakıldı. Buna rağmen mücadeleyi bırakmadı; aksine, yazılarıyla, dayanışma ağlarıyla, bulunduğu her yerde toplumsal barışın sesi olmaya devam etti. Bu, “dava insanı”nın en temel özelliği olan kişisel bedelleri göze alma haliyle örtüşüyor.

Mücadele çizgisi hiçbir zaman bireysel bir kahramanlık üzerinden kurulmadı, ancak kendisi başta benim olmak üzere, birçok insanın kahramanı olmayı hak eden birisi oldu. Hep kolektiflerin, toplulukların içinde, onların sözcülüğünü değil, birlikte üretmenin, paylaşmanın örneklerini verdi. “Dava insanı” kavramı onun pratiğinde, toplumsal dayanışma ile örülü bir adanmışlık olarak anlam buldu.

Pınar Selek’in “dava insanı”lığı yalnızca Kürt meselesiyle sınırlı değildir; o, Türkiye’nin bütün bastırılmış hafızalarıyla yüzleşmeyi aynı barış çizgisinin parçası olarak görür.

Bu bağlamda Ermeni meselesi onun için tarihsel bir suçun, toplumsal vicdanda hâlâ açılmamış bir yaranın adıdır. Selek, hem araştırmalarında hem de söyleşilerinde 1915’te yaşananları “soykırım” olarak adlandırmaktan çekinmemiş, bu gerçeğin inkârını barışın önündeki en büyük engellerden biri olarak değerlendirmiştir. Ona göre, “barış” yalnızca silahların susması değil, aynı zamanda devletin kendi geçmişindeki şiddetle yüzleşmesi anlamına gelir. Bu nedenle Selek, Ermeni meselesini Kürt meselesiyle, militarizmin ve ulus-devletin inşa süreçleriyle birlikte okur; “tekçi Cumhuriyet”in hem Kürtleri hem Ermenileri hem de diğer halkları dışlayarak kendini kurduğunu vurgular. Bu bütüncül yaklaşım, Türkiye’deki resmî tarihin sınırlarını zorlayan, akademik olduğu kadar etik bir duruştur.

Selek’in bu konuda geliştirdiği duyarlılık, Hrant Dink’in mücadelesiyle de kesişir. Hrant’ın öldürülmesinden sonra yazdığı yazılarında, “ölümün değil, yüzleşmenin ve dayanışmanın diliyle konuşmak” gerektiğini savunmuştur. Bu, hem kişisel hem de kolektif bir sorumluluk çağrısıdır. Pınar Selek, Ermeni meselesine dair sessizliğin kırılmasını, feminist bir barış dilinin kurulması açısından da hayati bulur. Çünkü onun için hafıza adaleti, yalnızca geçmişin onarılması değil, geleceğin yeniden kurulmasıdır. Bu bakış, Selek’in hem araştırmalarında hem aktivizminde ortak bir ekseni oluşturur: inkârın yerine hakikati, ayrımın yerine dayanışmayı, suskunluğun yerine sözü koymak.

Kimi zaman “dava insanı” olmak tek bir çizgiye körü körüne bağlanma gibi de algılanabilir. Pınar Selek’in farkı, adanmışlığını eleştirel düşünce ve çoğulculukla Türkiye’nin temel meseleleri ile harmanlamış olmasıdır. Sosyalistlerden Feministlere, Feministlerden anti-militaristlere, Kürt hareketinden LGBTİ özgürleşmesine kadar geniş bir yelpazede köprüler kurdu. Kurduğu bu köprüler Pınar Selek’in kurduğu bu köprüler, yalnızca farklı toplumsal hareketleri bir araya getirmekle kalmadı; aynı zamanda birbirinden koparılmış acıların, mücadelelerin ve umutların ortak bir dil bulmasını sağladı.

Onun yaklaşımında dayanışma, soyut bir ideal değil, somut bir temas biçimidir: sokakta, akademide, cezaevlerinde, atölyelerde, mahkeme salonlarında… Selek, farklı kimliklerin ve mücadelelerin birbirine temas ettiği bu alanlarda, “öteki”nin hikâyesini dinlemenin dönüştürücü bir güç olduğunu gösterdi. Bu yüzden onun “dava insanı”lığı, ideolojik bir sabitlikten çok, hakikatin ve adaletin peşinde sürekli yenilenen bir arayıştır. Tam da bu nedenle, Selek’in mücadelesi bir kişisel direniş değil, ortak bir vicdanın sürekliliği haline gelmiştir. üzerinde binlerce insan hikayesi buluştu.

1980 askeri darbesinin yakıp yıktıkları, unutturmak istedikleri ve tutsak ettikleriyle kurulan iletişim ve etkileşim üzerinden başlayan bu hikaye içine doğduğu zemini dönüştürerek de devam etti. 12 Eylül öncesinde devrimci sol ve sosyalist hareketler, yalnızca sokakta değil, aynı zamanda akademi, kültür ve düşünsel alanlarda da belirleyici bir hegemonya sahipti. Antonio Gramsci’nin kavramsallaştırdığı anlamda “kültürel hegemonya”, bu dönemde Türkiye’de solun hâkimiyetinde şekillendi.

Ancak ana-akım sol/sosyalist yapılar dışında başka saiklerle bir çalışma içinde olmak, oradan doğru yol almak çoğu zaman “devrim arafesinde mücadeleyi bölmek” olarak algılanıyordu. Zira Türkiye’deki siyasal tahayyül, Latin Amerika ya da Vietnam’daki silahlı devrimci mücadele örneklerinden esinlenerek, dönemi “devrimci bir moment” olarak kodlamıştı. Bu durum, “devrimin öncelikleri” üzerinden kurulan otoriter bir merkezileştirme ile tartışma alanlarını sınırlandıran, belirli başlıklara yoğunlaştıran ve “acil gündem”in gölgesinde eleştirel çoğulluğu bastıran bir konjonktür yarattı.

Böyle olunca Avrupa’daki gelişmelerin aksine Türkiye’de ne feminist, anarşist, ne antimilitarist ve anti-otoriter, ne de LGBTİ hareketleri sol/sosyalist yapıların içinde serpildi; tersine, çoğunlukla bu yapılara rağmen ve onlarla çatışarak gelişti. Michel Foucault’nun “iktidarın mikro ilişkileri” dediği yerel direniş alanları, 12 Eylül sonrasında Türkiye’de de görünür olmaya başladı. Pınar Selek, içine doğduğu sokaktan okuyarak ve öğrenerek geldiği mücadele geleneğini dönüştürmeye yöneldi.

12 Eylül darbesi sonrası, toplumsal yapılar içinde yeni direniş adacıkları oluşmaya başlamıştı; feministler, LGBTİ ’lar, antimilitaristler, ekolojistler, anarşistler, Kürt hareketi ve farklı sol örgütler bu adacıklar üzerinden devletin baskı ve şiddetine rağmen, çoğu kez benimsemedikleri veya eleştirdikleri gruplarla yan yana mücadele etmeyi öğrendiler.

Pınar Selek bir söyleşisinde bu süreci şu sözlerle aktarır: “Bu zorunlu birliktelik zamanla önemli bir sosyal süreç açığa çıkardı: karşılaşmalar, yakınlaşmalar, öğrenme süreci…” Gerçekten de bu süreç, sosyal ilişkilerin yapısallaşmasına, örgütlerin çevresinde yeni sosyal ağların oluşmasına ve bu ağlardan deneyimlerin, analizlerin, kavramların birbirine aktarılmasına yol açtı. Alain Touraine’in “toplumsal........

© Bianet