Yüceltme, özneler ve sağlamcılık
Bize zorlukları kutsamayı kim öğretti? Ben niye azimli olmak zorundayım? Zorluklara rağmen bir şeyleri başarmak kutsanası bir şey mi? Yoksa çaktırmadan birileri azim ve kahramanlık hikayeleriyle sorumluluğu üzerinden mi atıyor? Sorular birikiyor zihnimde. Oysa bunlar soru olarak bile zihnimde yer almamalı, çoktan aşılmış olmalı diyorum. Sanırım gerçek kahramanlık bu soruları ortadan kaldıracak koşulları toplum olarak yaratmamız olacak. Zaten kahramanlıklar da bireysel değildir.
Biz gelelim sorulara. “Mucizeler yaratmak, kahraman olmak” falan o kadar iyi bir şey olsaydı bize bırakırlar mıydı? Hiç sanmıyorum. Bu hafta bu soru işaretleri zihnimde onlarca çelişkiyi tetikledi.
Herkesin yapabildiği şeyleri yapabilmek için iki kat çaba sarf etmek zorunda kalıyorsam niye başkaları benim ekstradan harcadığım emeği kutsallaştırarak kendine bir “duyarlılık” nedeni yaratıyor ki? Biz engellerin kalkması için hiçbir şey yapmayanların vicdan rahatlatma aracı mıyız?
Senelerce yalnızlaştırılan, bazen gizli bakışlara saklanan suçlamalarla yargılanan, hayatı sürekli zorlaştırılan engelli anneleri kahraman mı? Hayır değil. İnsanları hiç istemedikleri halde yapay engellerle yüz yüze bırakıp o zorluğu aşma çabasına da “azim ve kahramanlık” deniyorsa ben orada bir hinlik sezerim. Çünkü azmimle örnek olmak gibi hatta örnek olmak gibi bir derdim yok. Kimse adına konuşamam ama engelli ailelerinin de böyle bir derdi olduğunu düşünmüyorum.
Çocukları okul kapılarından çevrilmese, yıllarca en temel eğitim hakkı için mücadele etmek zorunda kalmasalar, kimse hayalleri için ekstra çözümler üretmek zorunda kalmasa, ön yargıların oluşturduğu duvarları zorlamak zorunda kalmasa engellilerin kahraman falan da olmalarına gerek kalmayacak.
Demek ki bu işte bir yanlışlık var. Kahramanlık ve azme gerek oluyorsa, birileri sorumluluğunu yerine getirmiyor demektir. Çünkü hiçbirimiz atomu parçalamıyoruz. Bizim için eşitsiz kılınan bir hayatı eşit koşullarda yaşamak için emek veriyoruz. Yani sistem ya da toplum bizim için kahramanlık hikayeleri yazmak yerine çözümü hiç zor olmayan bir şey yapıp yapay engelleri ortadan kaldırsa azme de kahramanlığa da gerek kalmayacak. Yani bu azim ve kahramanlık söylemleri sorumluluğu üzerinden atma gibi de okunabilir.
Bu azim ve kahramanlık hikayelerinin başka bir olumsuz sonucu da özneler için yapay kariyer olanakları oluşturması, şu ya da bu şekilde mücadelede öne çıkan bazı ailelerin öznelere yabancılaşması, özellikle annelerin sarf ettiği ev içi emeği maskelemesi ve en önemlisi de çözümsüzlüğü kronikleştirmesi.
Birer cümleyle açmaya çalışayım. Engellilere yapay kariyer yaratıyor. Buna aslında kariyer yerine görünürlük demek daha doğru olabilir. Herkesin yaptığı sıradan bir işi engelli birisi yapınca onu aşırı yüceltmek. Bu hem gerçekten başarılı işler yapan engellilerin çabasını silikleştiriyor, engellilerin neyi yapıp yapamayacağı konusundaki sınırı altlara çekiyor, ön yargıları besliyor…
Öznelere yabancılaşma da aslında kimsenin üzerine konuşmadığı, belki dokunmak istemediği bir durum. Sosyal medya da örneklerine rastlayabiliyorum. Özellikle bazı deneyimli ailelerin özneleri de aşan bir yerde durması hatta öznelerle bu konuda tartışma yürütmesi gibi örnekler yaşanabiliyor.
Ev içi emeği maskelemesini anlatmaya bile gerek yok aslında. Genellikle annelere çok aşırı sorumluluk yüklenir. Bunun tek ödülü de yapay kahramanlaştırma olur. Oysa belki o kahraman olmak değil, çocuğunun herkesle eşit koşullarda yaşayabildiği bir hayatta kendine vakit ayırmak istiyordur.
Nihayetinde bu durum çözümün önünü tıkayan, sağlamcı ve eşitsizliği derinleştiren bir rol oynuyor. Bilincimiz sağlamcılık koşullarında şekillendiği için bu çelişkileri derinlemesine yaşıyoruz. Öznelerin, ailelerin ve tüm toplumun anti sağlamcı bir bilinçle hareket etmesi ve güçlü temellerde, ne istediğini bilen bir engelli hareketinin oluşması kritik noktada duruyor. Bunun için de ümitsiz değilim. Bu 3 Aralık’ta klasik engelli haberciliğinin dışında haberler yapan gazeteciler oldu. Toplumda aslında söylediklerimiz bir şekilde yankısını buluyor. Ümitsizliğe kapılmadan yürümek tek çözüm sanırım.
(BS/HA)
Türkiye’de bugün yaşanan siyasi dalgalanmalar sıklıkla liderlerin kişisel hesapları, seçim taktikleri veya gündelik siyasi çekişmelerle açıklanmaya çalışılıyor. Oysa olup bitenlerin arka planında çok daha derin bir tarihsel kırılma ve uzun süredir biriken yapısal bir dönüşüm yatıyor. Devletin yaklaşık otuz yıldır taşıdığı iki temel paradigma arasındaki mücadele, son yıllarda sertleşerek yeniden görünür hâle geldi.
Bu çatışmanın merkezinde yalnızca Kürt meselesi değil; devletin kendisine dair yön arayışı, Erdoğan’ın temsil ettiği siyasal kimlik ve Ortadoğu’daki hızlı güç değişimleriyle Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı yeni konumlanma yer alıyor. Bahçeli’nin son dönemdeki özgüveni ile Erdoğan’ın belirgin tereddüdü, aslında bu derin dönüşümün siyaset sahnesine düşen gölgelerinden ibaret.
Soğuk Savaş sonrası Türkiye, devlet içinde iki ana eksen arasında gidip geldi. Birinci eksen, Batı tipi demokrasiye, hukuka, kurumsallaşmaya ve ekonomik rasyonaliteye dayanan modernleşmeci çizgiydi. Bu çizgiye göre Türkiye’nin ayakta kalabilmesi, demokratik standartların yükselmesi, hukuk devletinin güçlenmesi, ekonominin öngörülebilir bir zemine oturması ve özellikle Kürt meselesinin barışçıl, siyasal yöntemlerle çözülmesiyle mümkün olabilirdi.
Avrupa Birliği reformları, sivilleşme çabaları, çözüm süreci gibi........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Gideon Levy
Penny S. Tee
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
Daniel Orenstein
John Nosta
Rachel Marsden
Joshua Schultheis