menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Televizyon, sosyal medya ve eğlenme mecburiyeti (2)

47 1
02.11.2025

Eskiden eğlence gerekçeleri seyrek ve istisnaiydi: Hasat yılda bir kez yapılır, evlilik çoğu toplumda ömür boyu bir defa yaşanırdı. Oysa modern toplumda “eğlenceyi hak ediş” neredeyse sürekli hale gelmiştir: her hafta, hatta bazen her gün. Belki de bu yüzden, bu kadar sık eğlenme mecburiyetinin içsel donanımı aslında hiç yoktur. Asıl söylemek istediğim şu: Eğlencenin yapıları, nasıl eğleneceğimizi belirler. “Çılgınlık” bile yalnızca çılgınlık gibi görünen, kontrollü bir çılgınlıktır. Çoğu zaman “hak edilmiş” bir ödül duygusuyla organize edilen eğlenceler cuma ve cumartesi gecelerine ayarlanır. Öğle vakitleri kutsal ibadetlere ayrılırken, akşam saatleri sistematik biçimde eğlenceye devredilir.

Eğlenmek, “yoruldum, tüm hafta çalıştım, şimdi eğlenmeliyim” türünden rasyonelleştirmelerle meşrulaştırılsa da aslında iç dünyanın haline de bağlıdır. Tıpkı “hadi spontan ol” ya da “artık komik/akıllı ol” denilince bunun kendiliğinden gerçekleşmemesi gibi, eğlenmek de bir düğmeye basar gibi gerçekleşmez. Ruhun hali ve ortamın niteliği belirleyici olur. Fakat eğlence zamana ve sınırlamaya tabi kılındığında, insanlar düğmeye basarak eğleniyormuş gibi davranırlar. Belli saatlere göre eğlenmek çoğu kez bazı maddeleri “zorunlu” hale getirir: iki kadeh alkol ya da biraz esrar… İnsanlar ancak bunlardan sonra “eğlenmeye” başlar. Oysa eğlenmek bir zorunluluk haline getirildiğinde, aslında eğlenmek çok zordur.

Kapitalizm yalnızca bir ekonomik model değil, aynı zamanda kapsamlı bir kültürel oluşumdur. İnsanları eğlenmeye yönlendiren kültür, bunun araçlarını da üretir ve yaygınlaştırır. Guy Debord, Gösteri Toplumu’nda (1996) bunu “şamata, şölen, gösteri toplumu” olarak anlatır. Toplum, bu şamata ve gösterilere katılarak kendini “pozitif” hisseder. Gösterilerin çok eski bir tarihi vardır. Geçmişte çoğu dinsel ritüeller üzerinden yaşanırken, günümüzde ulus-devletlerin modern ritüelleri haline gelmiştir. Ulusal bayramlar, anma törenleri, açılışlar bu işlevi taşır: Halk belirli aralıklarla eğlencelerle meşgul edilir ve böylece denetlenir. Avrasya Maratonu, Kırkpınar Güreşleri, Akasya Festivali, bilmem hangi köyün festivali… Son yıllarda ise dinsel kutlamalar, kandiller, İstanbul’un her yıl yeniden fetih gösterileri, kentlerin kurtuluş günleri aynı amaca hizmet eder.

Devletin örgütleyip sunduğu bu şamatada folklor grupları ve şarkıcılar katkı sunar. Debord’un da belirttiği gibi, gösteri ve eğlence önemli bir “sermaye”dir. Marx’ın din için söylediği “afyon” işlevini burada gösteri üstlenir: Eğlendirerek uyutur, dikkati yönlendirerek denetler. Gösteri yalnızca uyutmaz, uykuyu da denetler; yani uyuyup uyumadığınızı kontrol eder.

Bu yüzden slogan atan ya da katılımcıları uyandırmaya çalışan kişiler hemen “terörist” ilan edilip devletin “sevecen” yüzüyle, yani polis şiddetiyle karşılaşır. Halk ise eğlenerek uykusuna devam eder. Burada en önemli rolü halkın sevdiği “sanatçılar” oynar. Onlar hem gösteriye katkı sunar hem de halkı bu gösterinin bir parçası yapar. Halk adeta bir koro gibidir; nakaratları şarkıcılar söyletir. Faşist iktidarlar halkı yalnızca suçlarına ortak etmekle kalmaz, onları ortak eğlencelerle de bir “biz”in parçası yapar. Böylece suçlu, eğlenen ve aidiyet duyan bir kolektif “biz” ortaya çıkar.

Çocukların Eğlencesi

Çocuklarla oyun terapisi yaptım. Anne babalar, “Nasıl terapi yapıyorsunuz?” diye sorduklarında genellikle “Oyun oynuyorum.” diyordum. Bu yanıt onlara pek mantıklı gelmiyordu; çünkü dersleri kötü olduğu için terapiye getirilen çocuklarla oyun oynamam, onların beklentisine uymuyordu. Oyun ne işe yarar ki? Mutlaka bir işe yaraması, bir sonuç üretmesi gerekir, değil mi? Tatilde kitap okuduğumda bile biri hemen “Sınava mı hazırlanıyorsun?” diye soruyor. Yani kitap okumanın bir amacı yoksa “boş iş.” Oyun oynayan da “zamanını boşa harcıyor.” İnsan kitap okuyarak düşünmeyi öğreniyor ve başkalarının dünyalarına tanık olabiliyor. Tabi, bu yaşa gelip de düşünmeyi öğrenememiş olmak ve buna çaba göstermek de şaşırtıyor…

Modernlikle tanıştığımız ilk yıllarda çocuklarla zaman geçirmek, onlarla oyunlar oynamak, kendi çocukluğumuzu yeniden yaşamak hoşumuza giderdi. Zaman ayırmak, birlikte bir şeyler yapmak, kendi yaratıcılığımıza güvenmek… Bunların hepsi anlamlıydı. Fakat zamanla “çocuk endüstrisi” gelişti ve bu değişti. Psikanalist Martin Dornes, Emotionaler Kapitalismus (Duygusal Kapitalizm, 2011) adlı eserinde, doğum günleri ve çocuk eğlencelerinin nasıl kurumsallaştığını anlatır. Artık bu işleri organize eden, yalnızca bu alanda uzmanlaşmış firmalar var. Yani çocukla birlikte yemek yapmak yerine lokantaya gitmek, çocuğun doğum günü partisini bir firmaya organize ettirmek daha yaygın. Anne babalık, adım adım profesyonellere devrediliyor: ders çalıştırmak, bakım, spor, etkinlikler… Duygusal kapitalizm, duyguların ve ilişkilerin piyasa mantığına göre düzenlenmesidir belki de. Bu düzende duygular artık içten gelen, kendiliğinden yaşanan deneyimler değil; toplumsal beklentilere, performansa ve tüketime göre biçimlenir. Sevgi, özen, oyun, hatta mutluluk bile birer “yatırım” nesnesine dönüşür. Ebeveynlik duygusal bir emek olmaktan çıkıp profesyonel hizmetlerle ölçülür hale gelir: “iyi anne baba” artık çocuğuyla oyun oynayan değil, onun için “doğru” hizmetleri satın alan kişidir.

Çocuğu sevmek artık onunla sevgi dolu zaman geçirmek değil; “çocuk için en iyisini sağlamak.” Pahalı okullar, kurslar, eğlenceler… Çocukla tüm gün vakit geçirmek, birlikte eğlenmek yerine onun “en iyi şekilde gelişmesi” için koşullar yaratmak öne çıkıyor. Anne babalık, çoğu zaman yalnızca evdeki köpeği birlikte dışarı çıkarmak veya biraz sohbet etmekle sınırlı kalıyor. Çocukla oyun oynamak yerine, onunla oyun oynayacak kişileri kiralıyoruz; çocuğun daha “iyi eğlenmesini” sağlamaya çalışıyoruz. Çocukla ortak anılar biriktirmek yerine, çocuğun iyi anılar biriktirmesini “sağlamak” hedef oluyor. Artık mesele, çocuğun kaliteli ve “verimli” biçimde eğlenmesi. Masal anlatmak yerine podcast dinletiyoruz; annenin, babanın sesinden değil, bir seslendirme sanatçısının sesinden masal dinliyor çocuklar. Böylece çocuklar daha erken yaşta medyatik özdeşleşmeler yaşamaya başlıyor. Peki, anne babalar hâlâ çocuğun rol modeli olabiliyor mu? Kısacası: “Aman eğlensinler, aman eğlenelim” çağında yaşıyoruz. Duygusal kapitalizmde, duyguların da pazarlayıcıları var.

Cep telefonuyla rekabeti çoğumuz kaybediyor

Çocuklar, anneyle babanın el ele tutuştuklarını, birbirine yakınlaştıklarını gördüklerinde araya girerler. Bu sahne, çocuğun dışlandığını hissettiği ilk üçgen ilişkidir. Anne ve babanın birbirine dönmesi, çocuğun narsistik bütünlüğünü tehdit eder; çünkü anne, artık yalnızca “benim” değildir. Çocuk, bu tehdidi savuşturmak için ilişkiye müdahale eder — anneyle baba arasındaki bağı bozar, ilgiyi yeniden üzerine çeker. Anne ve baba da çoğu zaman çocuğun bu girişimini ödüllendirir, birbirlerinin elini bırakıp çocuğun elinden tutarlar. Böylece çocuk, kıskançlığını eyleme dökerek bir zafer kazanır. Günümüz çocuklarıysa artık anne ve babalarıyla değil, onların ellerinden düşürmedikleri telefonlarla rekabet ediyor. Ebeveynin bakışı, seslenişi, ilgisi — yani çocuğun benliğini kuran temel ayna işlevi — giderek ekrana kayıyor. TikTok, Instagram, Facebook gibi dijital nesneler, yalnızca dikkat değil, duygusal yatırımı da kendilerine çekiyor. Bu nedenle, Zuboff’un “Das Zeitalter des Überwachungskapitalismus= Gözetim Kapitalizmi Çağı” dediği yeni düzende, gözetim artık dışsal bir zorlama değil; içselleştirilmiş bir arzu biçimi. Artık bizi gözeten sisteme biz kendimizi arzuyla sunuyoruz: takip ediyor, beğeniyor, beğeneni beğeniyoruz.

Her insan, görülme........

© Artı Gerçek