menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Televizyon, sosyal medya ve eğlenme mecburiyeti (1)

37 8
26.10.2025

Sosyal medya ve televizyon formatları artık bilgilendirmekten çok teşhir etmeye dayanıyor. İnsan kendini sahneye taşıyor, hayatını bir gösteriye dönüştürüyor; seyirci olmakla yetinmeyip başrolün de kendisine ait olduğuna inanıyor. Programlar kişilerle özdeşleşiyor, onların adıyla anılıyor: Müge Anlı ile öğle üzeri, Zuhal Topal’la gemideyiz, Hülya Avşar’la bilmem ne… İbrahim Tatlıses’in kendi adıyla yaptığı program bu gösterinin uç örneklerinden biri. Stüdyodaki kalabalık yalnızca izleyici değil; bir vokal grubu gibi oyunun parçası. İnsanlar kendi hikâyelerini hem anlatıyor hem de oynuyor; yaşamlarını senaryoya dönüştürüyorlar. Ama bu sahnelerde samimiyet kayboluyor. Çünkü herkes rol içinde. İbrahim Tatlıses bazen maço, bazen sümüğünü silen duygusal erkek, bazen cahil, bazen baba, bazen dost, bazen ağabey. Rol değiştikçe içtenlik buharlaşıyor. İnsan kendi asıl duygusundan uzaklaşıyor. Medya “samimi” görünse de aslında samimiyetsizliğin üretim alanı.

Bazı programlarda belirli gruplar marjinalleştirilir. LGBT üzerine konuşulurken, konuşmacılar kendilerini ahlak piramidinin en tepesine çıkarır, oradan hükmederler. Kürtler söz konusu olduğunda da “Kürtlerle konuşmak” yerine “Kürtsüz Kürtler hakkında konuşmak” tercih edilir.

Ulrike Prokop’un (Der tiefenhermeneutische Ansatz in der Medienforschung, 2006 – Medya Araştırmalarında Derin-Hermeneutik Yaklaşım) işaret ettiği gibi, televizyon mahremi “bilimselleştirerek” sunar. Bilimselleştirme, konuşmanın ayıbını giderir; nesnelleştikçe utanma azalır. Cinsellik, “bilimsel açıklama” kılıfıyla sergilenir. Şişman bir kadın yarı çıplak teşhir edilip sağlık adına nesneleştirilir. Diyet programları, kalori hesapları, estetik ameliyat reklamları… İtici bulunan beden, “sağlık ambalajı”yla pazarlanır. Ama burada daha incelikli bir mekanizma işler: Bazı cinsel pratikler ya da arzular, ayıplanarak ve skandallaştırılarak gündeme getirilir. Normalde günah, ayıp ya da suç kategorisine giren şeyler, “ahlaksızlık” etiketiyle damgalandığında, en ince ayrıntısına kadar konuşulabilir hâle gelir. Yasak, paradoksal biçimde ifşanın kapısını açar. Psikanalitik açıdan yasak yalnızca engellemez; aynı zamanda arzunun nesnesini daha çekici kılar. Süperego’nun yasak koyucu sesi, aynı anda skandalı sahneleyen bir teşhir ekonomisine dönüşür. Mahrem olan, “ayıp” etiketiyle damgalanarak sahneye sürülür. Bu süreçte seyirci, hem ahlaki üstünlük hissiyle “yargıç” pozisyonuna çıkar, hem de yasak olanın çalınmış zevkine gizlice ortak olur. Skandalın cazibesi de tam burada yatar: yasak sayesinde korunmuş olan mahrem, yasak bahanesiyle topluca teşhir edilir. Yasak, bir yandan korur, diğer yandan tüketimi mümkün kılar. Televizyonun en güçlü senaryosu da budur: seyirciye “ahlaksızlığı” gösterirken aynı anda ahlaklı olma fantezisini beslemek.

Gunzelin Schmid Noerr (Das Medium spielt als Retter auf = Medya Kendini Kurtarıcı Olarak Sahneye Koyuyor, 2006) medyanın kendisini “kurtarıcı” ve “çözümleyici” olarak sunduğunu belirtir. Bu rol bir rol gibi algılanmaz, çünkü filmdeki karakterler kurmaca, televizyondakiler ise gerçek kişilerdir. Günlük hayatlarını, mahremlerini, gizlerini teşhir ederler; kimi zaman sohbet, kimi zaman dedikodu kılığında. Hikâyeler “gerçek”tir, bu yüzden inandırıcıdır; ama kurguyu görünmez kılan da bu “gerçeklik”tir. Böylece izleyici, korunaklı alanından sınır yolculuklarına çıkarılır. Özel olan, kapalı kapılar ardında kalması gereken, kamusalın malı hâline gelir.

Geçenlerde bir programda “aldatma testi” izledim. Bir kişi sevgilisinin kendisini aldatıp aldatmayacağı konusunda sınanıyor. Güven, her ilişkinin temeli, bir televizyon oyununa dönüştürülüyor. Aldatma bir dizi yoğun duyguyu harekete geçiriyor: gizlice arzulama, suçluluk, hainlik, kıskançlık, öfke, yakalanma korkusu… Herkesin kendi hayatında da bildiği karmaşık duygular. İşte bu tanıdıklık, izleyici sayısını artırıyor.

Yıllar önce Siyaset Meydanı adlı bir program vardı. Karşıt fikirli insanlar —sağcı, solcu— birbirlerini öldürdükleri geçmişin ağırlığıyla “uygarca” tartışırlardı. Program saatlerce sürerdi. İlk konuşan ağır bir ağabey edasıyla söze başlar, ikinci onun her dediğini çürütür, üçüncü ikisini birden reddeder, en son konuşan ise en haklı çıkar gibi görünürdü. Moderatör “en akıllı” ve “en adil”di; adeta bir terapist gibi tartışmayı özetler, manasını belirler, kavganın önüne geçerdi. Stüdyodaki seyirciler “halk” adına konuşur, dünyanın merkezinde olduklarını sanırlardı.

Gönüllü rezil olma ve rezaletten haz alma

İnsanlar neden kendilerini bu kadar rezil ediyorlar — çoğu kez de farkında olmadan? Narsisizm. “Benim onlardan neyim eksik?” duygusu, insanları starlar gibi davranmaya, starları taklit etmeye yönlendiriyor. Star olabilmek için starların davranış repertuarını da sahnelemek gerekiyor. Ama deneyimsizlikler çoğu zaman alaya alınacak, star olma heveslilerini komik duruma düşürecek sahneler yaratıyor. Yani iyi olduklarında bizi eğlendiriyorlar; kötü olduklarında bu daha da eğlenceli oluyor.

Medya bize “sen de star olabilirsin” diyor. Tıpkı Amerikan rüyası gibi pazarlanan bir vaat. Mikrofon, insanların eline geçtiğinde bir talih kuşuna dönüşüyor. Ve bu fırsatı değerlendirmek için farklı, çarpıcı, dikkat çeken sözler söylemek zorunda hissediyorlar kendilerini. Çoğu kez skandal gönüllüdür; bir defaya mahsus gelen fırsatı kaçırmamak için. Sabine Mitzlaff (2006, We have a dream) bu tür star sistemlerinin “gösteri toplumunun” ihtiyaçlarına hitap ettiğini........

© Artı Gerçek