‘Rojova devrimi’: Bir hayal mi, gerçek mi?
Bu köşede dün çıkan ve Türkiye’deki çözüm sürecinin Suriye’deki PKK/YPG boyutunu tartışmaya çalışan yazının en sonunda şöyle bir paragraf vardı:
“Suriye mozaiğinin önemli bir parçası olan Kürtler elbette gelecekte kendilerini güvenceye almak istiyor, geçmişin acılarını yeniden yaşamak istiyorlar ama bunun yolu artık silahtan geçmiyor, demokratik katılımdan geçiyor. Aynen Türkiye’deki gibi.”
Buradaki ‘demokratik katılım’ ifadesiyle kasıt belli. ‘Suriye Demokratik Güçleri’ adını taşıyan, merkezinde ve yönetiminde PKK’nın uzantısı YPG askeri birliklerinin ve PYD’nin yer aldığı koalisyonun, merkezi Suriye hükümetini desteklemek ve bu ülkeyi demokratik bir yönetime kavuşturmak için bağımsız bir askeri/siyasi güç olmaktan vazgeçmesi gerektiğini söylemeye çalışıyordum.
İşte bu ifade ciddi tepki çekti. İlk tepki yakından tanıdığım bir DEM milletvekilinden geldi, “Mazlum Abdi ya da SDG ‘demokratik katılım’ için ne yapmalı, onu da yaz yöntemi bilelim” diye yazdı bana kinayeli mesajında.
Aynı yazım dün Karar gazetesinin web sitesinde de yayınlandı. Orada da iki okur yorumu dikkatimi çekti.
Biri “Somut gerçeklerden hareket etmek lazım deyip Suriye’deki Kürtlere akıl veriyorsunuz, bravo doğrusu. Dürüstlüğü 10 yıl önce ağır darbe almış birisi için büyük cesaret. El Nusracılara gidip silahlarını teslim etsinler yani? Hem de hala mezhepçi ve etnik katliamlar yaşanırken? SDG’nin `-65’inin Arap olduğu gerçeği de herhalde küçük bir ayrıntı? İç savaşa hazırlık yapıyorlar, öyle mi? Kardeşsiniz bir de? İnsan kardeşini canilerden korur, mahallenin köşesinde kurduğu çadırı başına yıkmaya çalışmaz” diyordu.
Bir başka yorumda ise “Kürtlerin Türklerin tavsiye gibi görünen o her zamanki boş lakırdılarına ihtiyacı yok, dolayısıyla sizinkiler de bundan farksız zira tipik bir Türk bakış açısı” diye yazmıştı.
Buraya aldığım bu üç tepkide dile getirilen görüşler son derece saygıdeğer. Üç tepkinin ortak yönü, benim kibirime dikkat çekmeleri. Haklılar. Uzaktan gazel okumak, hele koca bir halka ne yapması gerektiği konusunda akıl vermek bana düşmez, esasen kimseye düşmez.
Bir konuyu analiz edip bütün yönleriyle aktarmakla kestirmeden gidip akıl vermek arasında çok önemli bir fark var. Ben dün o çizgiyi geçmiş; yapmamam gereken bir şey yapmışım. Başka bir muradım vardı o yazıda, onu anlatmaya çalışırken Kürtlere akıl vermeye kalkışmışım. Yapmamalıydım, alınanlardan özür dilerim.
Ancak, gelen tepkiler (haklı olsalar bile) yazımda Türkiye’deki bazı kanaat önderleri için söylediğim somut gerçeklikten kopup kendi görüşlerinin ve inançlarının hayal dünyasında yaşama eleştirisinin meseleye Kürtler tarafından bakanlarda da olduğunu düşündürdü bana.
Türkiye’nin biliyorsunuz en uzun kara sınırı Suriye ile. Bu sınır çizgisi, esasen Kurtuluş Savaşı sırasında Fransa ile yapılan Ankara Antlaşması ile belirlendi, sonradan Lozan’da da teyid edildi.
Sınırın Hatay bölümü dışında kalan kesimlerinde iki ülkeyi birbirinden ayıran herhangi bir coğrafi engel veya işaret yok. Sınır, büyük ölçüde vakti zamanında Bağdat Demiryolunu inşa eden Alman demiryolu mühendislerinin demiryolunun geçmesi için uygun gördükleri çizgi ile aynı.
Eskinin demiryolu birden sınır çizgisi haline gelince, demiryolunun güneyinde kalanlar bir günde “Suriyeli” oldu. Örneğin Alman mühendislerin şantiye olarak inşa ettikleri yerleşim, “şirket” anlamına “kompani”den zaman içinde ‘Kobani’ye dönüştü, bir Kürt kasabası oldu.
Sınır bazen aynı aileyi ortadan ikiye böldü, kardeşlerin bazıları bir tarafta bazıları bir tarafta kaldı. Sınır boyunca........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Gideon Levy
Penny S. Tee
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein